
2000’li yılların başı. Yeni anne, çalışan kadın, iyi evlat, genç ve yaratıcı insan, iyi dost, evli
konseptinin tüm gerekliliklerini yerine getirmek için koşturup durduğum yıllar.
Durup da bu kalıpların ne olduğuna daha hiç bakmamışım. Hepsinin içini
layığıyla doldurmam gerektiğine inanıyorum, her türlü eksiklik zaten olmayan öz
değer duygumu derinden sarsıyor. Zaman yetmiyor, her şeyi planlıyorum,
kalkacağım, kişisel temizlik, oğlumun temizliği ve kahvaltısı, evden çıkış,
yürüyüş, vapura biniş ve inişleri, minibüse yürüme, sıra bekleme, yolculuk,
inilecek durak için hazırlık, yürüyüş, iş, işte o gün yapılacak her şey, sonra
aynı şekilde dönüş, ev, çocuğumla geçirilecek kaliteli zaman, arkadaşlara
ayrılacak zaman, eşe ayrılacak zaman, alışveriş, temizlik, yemek ve kişisel
bakım, aile, ziyaretler vs… planlarıma nefes alacak vakti dahil bile etmiyorum
çünkü mevzu ben değilim, kendime dışarıdan dürbünle baktığım yıllar. İçten içe
sürrealist bir şekilde ödüllendirilmeyi bekliyorum. Bir gün herkes ne kadar mükemmel olduğumu fark
edip beni takdir etsin ve hep çok sevsin istiyorum. Yetişmek önemli bir kavram
tabi o zamanlar. Hiçbir randevuma, sözüme geç kalmıyorum. Şaşmaz bir saat gibi,
hep planladığım saatte, planladığım yerdeyim. Anadolu yakasında yaşıyor, Avrupa
yakasında çalışıyorum. Bu süreçte vapura yetişmek hayati önem taşıyor. Çünkü
bir sonraki vapur yarım saat sonra ve bu da yaptığım tüm planların kaymasına
sebep verecek, Çernobil kadar olmasa da benim o zamanki dünyamda büyük bir
felaket yaşamama sebep verebilecek bir olay. Sabah vapura yetişmek için duruma
göre hızlı yürüyüşler veya koşmalar zaten bir alışkanlık olmuş. Vapur keyfi
denilen şey, dolu vapurun içinde oturacak güzel bir yer bulma kaygısı ve
yolculuk bitmeden simit ve çay eşliğinde kahvaltı edebileyim diye girdiğim
çeşitli sıkışmaların yarattığı stres, her gün geçmem gereken içi timsah dolu bir hendek
gibi. Tabi ki hiç vapur kaçırmıyorum ve gurur duyuyorum bu durumla. Sanki bir
gün her şeyden habersiz, vapurdan
inerken birden herkes durup bana bakacak ve yavaş yavaş tek tük alkışlar
başlayacak, alkışlar artarken koridor olan kalabalığın içinden vakur bir eda
ile yürüyeceğim, herkes sergilediğim bu büyük performanstan dolayı beni
kutlayacak, o güne özel, vapur iskeleleri kırmızı halıyla kaplanacak ve ben
haklı gururumla gülümseyip herkese teşekkür ederek vakit kaybetmeden yoluma
devam edeceğim. Çünkü programımı
aksatamam, bu sorumluluk sahibi davranışım nedeniyle bir kez daha herkes beni
içten içe takdir edecek. Tabi ki böyle
bir şey olmadı. Ben her gün kan ter içinde koşturarak yetişmeye devam ettim ta
ki bir gün eşikte durana kadar.
Aslında o gün de aynı duygularla kalkmış, ne kadar sıkışmış
olduğumu, nefes alamadığımı fark etmeden kendimi yollara atmış ve koştura
koştura vapura yetişmeye çalışıyordum. Saat biraz daha geçti, bir önceki gün
muhtemelen işten çok geç çıkmıştım, onun bir rahatlığı vardı içimde ancak bir
yandan da acaba çok mu geç kaldım kaygısını taşıyordum. Çünkü işe gitmeden önce
bankaya da uğramam gerekiyordu. Kadıköy merkezde minibüsten indim ve kalkmasına
3-4 dakika kalan vapura doğru koşturmaya başladım. Yeterli vaktim vardı, daha
önce bu sıkışmış zaman diliminde yetiştiğim çok olmuştu. Sonuçta akbilimi basıp
salona girdiğimde kapılar hala açıktı, son bir dakikaydı. Kapıya doğru yürürken,
o birkaç metre içinde, içimdeki yetişme isteği vapuru kaçırma isteğine dönüştü.
Şaşkındım. İçimde bir his, ses, duygu adına ne derseniz
deyin, açık bir şekilde ve inatla binmemem gerektiğini söylüyordu. Oysa
yetişmem lazımdı. Vapur kaçıramazdım. Kapı açıktı. Ancak binmek istemiyordum. Oysa
günün tüm zamanlaması bu vapura binmeme bağlıydı. O zamanlar hislerime pek değer veren biri
değildim. Geçen 1 dakika boyunca açık kapı ve eli kapıda bekleyen görevlinin bakışları
eşliğinde, eşikte bekleyerek kendimle kavga ettim. Neden binmiyorsun, binsene,
manyak mısın, bu salonda yarım saat oturup ne yapacaksın, atsana adımını…
olmadı, atmadım o adımı, adam da içinden muhtemelen deli herhalde diyerek
yavaşça kapıyı suratıma kapattı. İçim rahatladı. Olan olmuştu kavga bitmişti en
azından. Oturdum bekledim. Çok sıkılmadım, biraz şaşırdım bu duruma. Pek
durmaya alışık olmadığımdan durduğumda ne hissedeceğimi de çok bilmiyordum
tabi. 15 dakika geçti yeni vapur geldi, içindeki kalabalığın inişini izledim, sonra koşturmadan ağır adımlarla vapura
bindim, işe gidiş saatine uygun bir vapur olmadığı için oldukça boştu, rahat
rahat simit yiyip çay içtim güzel bir yerde oturarak boğazı izledim. Beşiktaş’a
yaklaşırken telefonum çaldı, eşim arıyordu. Endişeli bir sesle ‘neredesin?’
dedi. Vapurdayım deyince sesi rahatladı ve hemen ekledi, ‘Aynı vapurla geri
dön, HSBC’de patlama oldu, senin de orada olduğunu sandım’. Hemen hemen hepiniz
biliyorsunuz o günleri. O sırada içimde beni durduran sesi hatırladım.
Muhtemelle çok mümkün ki patlama sırasında orada olacaktım çünkü öyle
planlamıştım ve planlarım her zaman şaşmaz bir şekilde tutardı. İlk kez o gün
durmanın, spontan olmanın, içimdeki o tanımlayamadığım sesi dinlemenin o kadar
da kötü olmadığını birazcık hissettim.
Doğanın döngülerinden kopuk bu kadar uzun süre yaşayabilmiş
olmamı bir mucize olarak görüyorum. Bu mucize bir çoğumuz için hala an ve an
gerçekleşmeye devam ediyor. Şehir yaşamındayken doğadan kopmanın senin bizzat yaşamına
tehdit eden bir şey olduğunu pek anlamıyorsun. Çok güzel saklanmış bir sır
gibi. Hastalık, sıkıntı veya sorunun kaynağının burada yattığını da fark
etmiyorsun. Çünkü doğa ana ile aramızdaki uçurum o kadar büyük ki onunla
hareket etmen gerektiğini ona bağlı bir bakıma da bağımlı olduğunu da pek
hatırlamıyorsun. Mesela kışın gelmesiyle çocukların okulu, doğalgaz faturası,
alınması gereken kışlık bot, trafiğin artması gibi doğanın değil sistemin
döngüsüne uygun kaygı ve ihtiyaçlar üzerine odaklanıyorsun. Tıpkı yazın
gelmesinin fazla kilolarına, tatil için gerekli paraya veya kendini ait
hissetmek için yapman gerekenlere odaklanmanı sağlaması gibi. Oysa beklentin ya
da kaygın ne olursa olsun, doğanın bir parçası olarak onun döngüsünden ve
ritminden kaçma ihtimalin yok. Sadece erteleyip görmezden gelebilirsin.
Her şeyi hızlandırmaya çalışıyoruz. Yani insanlık olarak
böyleyiz ve tabi ki bunu yaparken abartıyoruz. Doğanın döngülerini ve ona bağlı
olduğumuzu unutarak yaşıyoruz. Kışın domates yetişmiyor mu hoop dev seralar
yapıp çılgınca domates üretiyoruz, bir şeye de benzemiyor ama olsun yapıyoruz
işte, daha çok para uğruna, atmosferi de toprağı da zehirliyoruz. Bunu bile
bile kışın gidip manavdan, marketten domates alıyoruz, çünkü bir tek ben aldım
diye dünyanın sonu gelecek değil ya. Doğal olarak hepimizin ortaklaşa devam
ettirdiği bu eylemler doğanın dengesini bozuyor. Ama önemli değil, doğa ne ki
sonuçta alt etmeye, ona rağmen başarmaya çalıştığımız, canlılığını hiç
hatırlamadığımız bir ‘şey’. Ne olduğunu gerçekten bilmiyoruz, bu yüzden ‘şey’
kelimesi büyük insanlığın doğa tanımı için uygun bir kelime. Büyük şeyleri
seviyoruz. Yaptığımız, yarattığımız her şeyin değerini bir büyüklüğü ikincisi
hızı ile ölçüyoruz. Sanki ne kadar büyük o kadar değerli. Ne kadar hızlı, çabuk
sonuca ulaşıyorsak o kadar çok kabul görüyoruz. Birbirimizi her gördüğümüzde ne
kadar kısa zamanda ne büyük şeyler başardığımızı anlatıp duruyoruz. Kimse bir
diğerini dinlemeye gönüllü değil çünkü o kadar nefes almadan koşuyoruz ki
birilerinin bizi takdir etmesi lazım, hem de hemen.
Hepimiz bir yandan önümüzdekini kovalıyor bir yandan da arkamızdakinden
kaçıyoruz. Bir fasit dairenin içinde birbirini kovalayan, saçma bir oyuna
takılıp kalmış çocuklar gibiyiz. Tavşan kaç! Tazı Tut! Kim tavşan, kim tazı,
kim şarkıyı söylüyor hepsi birbirine girmiş. ‘Ben artık oynamıyorum’ demeden de, önde
koşturanın da arkada yetişmeye çalışanın da, bu oyunun sürmesi için tezahurat
edenin de aynı kişi olduğunu anlamamız pek mümkün görünmüyor.
Çaba sanırım bize ilk öğretilen şeylerden biri. Popomuzun
üstünden kalkıp da ilk adımımızı atmaya çalıştığımız andan itibaren bir gaz,
hadi yaparsın, başarırsın nidasıdır gidip duruyor. Biz de her alkışla kendimizi
kabul görmüş, değerli, diğer herkesten daha özel hissetmeye çalışıyoruz. Sanki
çaba göstermeden hiçbir şeyi başaramayız. Mutluluk, açık bir şekilde belli ki
ne eğitiminle, ne cebindeki parayla, ne siyasi görüşünle, ne de inancınla
ilgili. Mutluluk bir barış anlaşması sonucu varılan ferahlama gibi. Tarafların
-ki burada insan ve ona dokunan her şeyi kastediyoruz-, makul bir düzlemde anlaşıp el sıkışmış olması
gerekiyor.
Doğada yaşamak için ilk adımımızı atalı neredeyse 3 yıl
oluyor. Yarı zamanlı birkaç yıldan sonra 21 mart’ta tam zamanlı doğa ananın
koynunda yaşamaya başladım. Daha yeni yeni ne yaşadığımı, nasıl değiştiğimi
görebilmeye başlıyorum. Süreçlerimiz,
şehirli ve doğadan kopuk zihinlerimizle dalga geçer gibi geçti, geçiyor. Ne
kadar şuursuz olduğumuzu her an her saniye daha çok idrak edip gülüyoruz.
Teslim oluyoruz, sürekli ve mütemadiyen. Kendimizi doğaya ne kadar uyumlamaya çabalarsak,
o kadar çok çarpıyoruz duvarlara, sınırlara, engellere. Çabanın ne kadar
zehirli bir şey olduğunu en derinden anlıyorum bu kez. Kurban rolüne, oradaki tatmine dayamıyoruz
artık sırtımızı. Ezberler çok kuvvetli, yapılması gerekenler, çaba, başarı,
hayallerin yarattığı tutsaklık… Niyet ise gerçekten çok güçlü. Burada en çok
yine ve yine ritim bozukluğumu fark ettim. Oysa yıllar içinde kendimle çok
uğraştım ve yavaşladım, durabildim falan sanıyordum. Doğa ana ile birlikte eve
çıkana kadar kendime dair bildiğim bir çok şey şimdi kahkahalarla güldüğüm dev
bir şakaymış. Tüm o olmalılar klasörünü biraz hafiflemiş olsa da orada bir
yerlerde duruyormuş. Hoşlanmadım tabi çünkü yapılacakları bırakmanın yapılacak
bir iş olmadan yapılması gerekiyordu ki, bu gereklilik bile yapılacaklar
klasörüne yeni bir madde eklemekten başka bir şey değil. O çemberde hala
döndüğünü fark etmek başta baya kalp kırıcı geliyor doğrusu. Daha önce
yazmıştım kendim dahil tüm insanoğlunu pek mızmız buluyorum. Tembellikle
çabasızlığı, çaba ile iradeyi bir türlü ayırd edemiyoruz. Bir tohumun, toprağın
altında geçirdiği bir yılı düşününce hele, kendimi bu dünyaya bir hesap hatası
nedeniyle gelmiş uzaylı dostum gibi şaşkın şaşkın bakınırken buluyorum.
Okunulan kitaplar, fikirler, tüm doğayı ve insanlığı kapsayan yüksek idealler
harika tabi ki ancak sadece deneyim, gerçek olanla bağ kurmanı sağlıyor. Deneyim
olmadan tüm bu bilgi koca bir egodan başka bir şey yaratmıyor. Doğa ananın
ritmine karşı gelemeyeceğimi ancak onunla ortak çalışırsam ilerleyebileceğimi,
diğer hiçbir yöntemin sürdürülebilir olmadığını görmenin yanı sıra kabul
ediyorum artık. Bu yıl domatesler olmadı mı seneye bakacağız derken, zerre
kadar sıkışmışlık, geç kalmışlık veya yetersizlik hissetmiyorum. Bir
rahatladım. Öyle çok olmadı tabi daha yeni yeni duygular bunlar. Sanki gözlerim
kulaklarım kalbim açıldı da anlıyormuş gibi yapmadan yaşamaya başladım
etrafımdaki ritmi, düzeni ve onun güzelliğini. Kendimizi kandıramadığımız günün
sonunda haklı veya mağdur olmadığımız hikayelerimiz çoğalıyor çok şükür. Tavşan
kaçmıyor, tazı kovalamıyor, tribünlerde çıt yok. Acele etmiyorum, sağolsun
hayat bunu her gün tekrar tekrar hatırlatıyor. Plan yapmak yerine niyet
ediyorum. Olma olasılığı olan şeylere yaşamımda yer açıyorum, olacak olan her
zamanki gibi oluyor. Olmayana da sevgiler yolluyorum. Doğada yaşamanın ona
uyumlu olmanın bir vadinin, ormanın, yüzlerce zeytin ağacının, börtü böceğin,
bilip bilmediğim tüm canlılığın içinde yaşamanın şifalandırıcı bir sürü yanı
var kuşkusuz. Ben de kendimce buluşuyorum işte bu sonsuz şifa havuzunda
ihtiyacım olanlarla. Kendimi bir yere bir şeye bir hayale koştururken
bulduğumda ise o vapurun kapısında durduğum anı hatırlıyorum, eli kapıdaki
görevlinin gözlerine bakıyorum yıllar sonrasından ve yavaşça duruyorum.
Eylül 2020 - Yıldızlı Vadi

Nehrin Ortasındaki Taş
2012 Temmuz ayında, motorumuzla, İgoumenitsa’dan bizi İtalya’ya götürecek
arabalı feribota bindik. Ertesi gün öğlen İtalya’ya vardık. Motor kıyafetlerim, aşağıda motorda kaldığı için onları feribottan inmeden önce üstüme giyememiştim.
Üzerimde ince, kısa bir şort ve askılı bir t-shirt vardı. Ben don giymem. Eskiden
giyerdim tabi ancak sonra çok anlamsız gelmeye başladı, giderek azaldı ve
sanırım bi 15 yıldır falan giymiyorum. Tabi ihtiyaç duydukça kullandığım oluyor
aksi mantık dışı olurdu. Tüm iç çamaşırlarını kadında ya da erkekte gereksiz
buluyorum. Genelde toplumda don giymeyen kadınlar namussuz, erkekler ise
tekinsiz olarak tanımlanıyorlar. Şimdi buradan herkese ilan etmek içimi çok
rahatlattı. Limana dönelim. Motora üstümdeki kıyafetlerle binmem imkansız
olacağı için giyinebileceğim bir yer bakındım. Tam bir kaos ortamıydı, bırakın
giyinecek, duracak yer bile yoktu.
Onlarca tır, otobüs, kamyon, araba yüzlerce insan akın akın, dev dev
gemilerden iniyor ve senin kenarında durmaya çalıştığın alandan geçiyorlardı.
En iyi fikir oracıkta hemen giyinmekti. Belime bir havlu doladım, şortumu
indirirken, feribotta tanıştığımız 15 günlük Türkiye seyahatinden dönen İtalyan
motorcular yanımızda durdu. Kadın
gülerek ve gözlerimin içine bakarak bir şeyler söyledi. Gülümsedim. Dillerle
aram olmadığı için Türkçe de dahil,
karşımdaki bana ne diyor, anlayana kadar otomatikman gülümsüyorum.
Eminim çok komik durumlara düşmüşümdür. Sonra bir daha aynı şeyi söyledi.
Feyyaz’a döndüm, anladığım şeyi mi söylüyor diye baktım, o da onayladı.
‘Korkma, burası İtalya’, ve eliyle havluyu
göstererek, ‘buna gerek yok, burası
İtalya! burada kimse sana bakmaz, rahat ol!’. Sanırım ona yakın aynı cümleleri,
arka arakaya hem bana hem de Feyyaz’a tekrar etti ve sonra gittiler. Feyyaz’a dönüp,
donum olsa giyinirim de, o kadar da
değil herhalde dedim. Gülüştük. Giyindim. Yola devam ettik. Seyahatin sloganı tabi ki bu cümle olmuştu. Ne yaşasak, ne yapsak
‘Burası İtalya!’ diyor, o kafanın mutluluğu
ile kahkaha atıyorduk. Tüm seyahat boyunca
bir daha da belime havlu falan dolamadan her yerde çekinmeden soyunup, giyindim. Çünkü kimse bana bakmıyordu. Sadece soyunup
giyinirken değil, normalde de insanlar birbirlerini deli gibi inceleyip
bakmıyorlardı. Bu, o kadar büyük bir özgürlük hissiydi ki sindirip ne
yaşadığımı anlamam yaklaşık 10 gün aldı.
Türkiye’de doğmuş ve büyümüş bir kadın olarak onlarca kez
tacize uğradım, uğrama potansiyelim de her zaman var. Şanslıydım bu taciz
genelde dışarıdan, yabancılardan geldi. Böylelikle onunla baş etmem daha kolay
oldu. Ama biliyorum ki Türkiye’de taciz,
istismar aile içinde başlıyor. Bu travmaları yaşamış dostlarla konuşmalarımızda,
benzer duygulara çıkıyor sonuçlar. Suçluluk duygusu, tacizi hak ettiğine
inanma, cezalandırılma, ya da tacizi sevgi olarak kodlama. Donup kalma, anlatma
ya da yardım istemekten korkma. Kabul edilmemekten , cezalandırılmaktan,
aileden uzaklaştırılmaktan, kötü yola düşmekten korkma. Kendini kirlenmiş,
eksik, yanlış bir şey yapmış gibi hissetmek.
Kendinden şüpheye düşüp ‘ben mi istedim, ben orospu muyum ya da ibne
miyim’ diye düşünmek.
Tacize karşı tepkimi ilk önce annemi taklit ederek
geliştirdim. Çocukluğumun ilk 8.5 yılı Mersin’de geçti. Mersin ensest ilişkilerin, istismarın,
tacizin, seks konulu cinayetlerin çok olduğu bir yerdi 80’lerde. Belki her yer
öyleydi bilemiyorum, belki de hala öyle.
Annemle yolda yürürken bazen bir araba durur, içindeki erkek veya erkekler bir
şeyler derlerdi. Veya yanımızdan geçen,
karanlık suratlı içlerinde başka bir canlı varmış gibi bakan adamlar tuhaf
tuhaf konuşurlardı. Böyle durumlarda annem her zaman hep aynı şeyi yapardı. Bütün
vücudu gerilir, elimi çok daha sıkı tutar, yolunu değiştirir ve beni de
sürükleyerek oradan hızla uzaklaşırdı. Hiçbir söylenen şeye yanıt vermez, polemiğe
girmez, dümdüz ileriye bakarak hızlı adımlarla yürürdü.
Çocukken bana ‘başka’ bakan erkekleri hissederdim. Benden
istediklerinin cinsel arzularını tatmin etmek olduğunu da bilirdim. Bu
insanlardan uzak durmaya kendi güvenli alanımda olmayı bilinçli olarak
seçerdim. Bunlar hiçbir zaman tanıdığım kişiler olmadı. Zaten öyle bahçeden çıkmak, sokaklarda oynamak
ancak mahalle arkadaşlarıyla yapılıyorsa yapılırdı. Evine gittiğin arkadaşının
babası evdeyse geri dönülürdü zaten babaların olduğu saatte evlere gidilmezdi.
Erkeklerle yalnız kalmaya gelmez çünkü
ne yapacakları belli olmaz bilgisi her zaman hem aileden hem de toplumdan
pompalanırdı. Bir ara bu sokağa çıkmama işi iyice sıkılaştı, çünkü mahallede
küçük çocuklar kaçırılıp tecavüz edilip öldürülmeye başlandı. Cesetler genellikle
demir yolunda bulunuyordu. Büyüklerin
üstünde bir gerginlik vardı. Durum ne kadar sürdü çok hatırlamıyorum çok
bulutlu buralardaki anılarım. Bir gün
polisler yan komşumuzun evini basıp, tutukladılar. Hatırladığım kadarıyla evli
ve çocukları olan bir adamdı.
Büyüyüp kadın oldukça taciz tüm yaşama yayıldı. Bazı erkekler
laf atıyor, götümü başımı punduna getirip ellemeye çalışıyor, sıkıştırıyor,
baskılıyorlardı. Hiçbir şey yapmasalar penislerini avuçlayarak bön bön
bakıyorlardı. Neyse ki tüm erkekler böyledir gibi cümleler kurmadım o zamanlar,
bunu yapanlarla yapmayanları ayırmayı bildim ve tacizi biraz da gelişememişlik,
gerilik olarak kodladım. Yapanları da küçük gördüm. Çok sonraları taciz
edenlerin neden taciz ettiklerine bakabildim.
Kendi sürecimde ben
de önce annem gibi davrandım. Bir
kahvenin önünden geçerken uzaklara bakarak hızlı bir şekilde yürüdüm, biri laf
attığında karşılık vermedim, oramı buramı ellediyseler de yine ses çıkarmadan sadece
kaçtım. Otobüsler taciz için tabi ki çok elverişli ortamlar. 1990’ların
ortasında İstanbul’a geldim ve uzun uzun yollar kat ederek bir yandan çalışıp,
bir yandan okumaya başladım. Fatih, Bayrampaşa, Avcılar, Beyoğlu, Fatih güzergahında yaşıyordum ve doğal olarak çok
otobüs kullanıyordum. Balık isitifi otobüslerde o yıllarda bolca da tacize uğradım.
Bu konuda yalnız değildim ben uğramıyorsam bir başka kadının uğradığını o gün
mutlaka görüyordum. Bu, o kadar benimle ilgili bir şey olmamaya başlamıştı ki,
tacizle karşılaştığımda bir şekilde konum ve yerimi değiştiriyor ya da ilk
durakta otobüsten inerek hayatıma devam ediyordum. Sanırım bir yerde neden ben
iniyorum o insin kafasına gelebildim ve sesimi çıkardım. Kelimem, cümlem neydi
bilmiyorum ancak ağzımdan çıkan ses kesinlikle benim değildi. Titrek, ince,
zayıf… kendimle bu şekilde karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Adam ne yapmıştı
hiç hatırlamıyorum şu anda, ancak sesim kulaklarımda. Sonuçta o gün ben ses
çıkarınca, insanlar söylenmiş ve bir şekilde tacizci adam otobüsten inmişti. Bu
her şekilde hoşuma gitti tabi ki. Ancak çıkan sesten o kadar rahatsızdım ki
bundan sonraki bazı tacizlerde ağzımı
açıp bir şey söyleyemedim. Onun yerine sesimin nasıl çıkacağını, söyleyeceğim
şeyleri falan düşündüm.
Tacizin o yıllarda şöyle bir yanı da vardı. Sen ses
çıkardığın anda karşındaki şiddetle ret edip yaygara çıkarıyor, seni osuruktan
nem kapan cazgır, dengesiz kadın olmakla suçluyordu. Muhtemelen yaşamsal
deneyimi yüzünden sıtkı sıyrılmış ve her
şeye dellenen kadınlar vardı tabi ki ancak onların davranışları zaten bambaşka
bir duygu ile olurdu, aydan bile bakıp
anlayabilirdin orada taciz olup olmadığını. Bu yüzden, eğer destek istiyorsan, önce
tacizin bir şekilde herkesin gözü önünde gerçekleşmesine izin vermen gerekiyordu.
Yani ne kadar kurbansan o kadar çok destek görüyordun. Çok net hatırlıyorum bir
kadın otobüste, erkeğin alan ihlali
yaptığını iddia edip terslemişti, adam tüm varlığı ile ret etmiş çevresindeki
diğer erkekler de ona hak vermişti. Bunun üzerine de otobüsteki kadınların bir
çoğu gözlerini devirip çeşitli mimikler yaparak hemcinslerinin davranışını
küçük görmüşlerdi. Kimse konuşmuyordu ancak tüm cümleler
oradaydı sanki. Tacizi gören kadın bu
çaresizlikte bir ara gözlerimin içine bakıp, görmedin mi? demişti. Görmemiştim.
O sırada dikkatim orada değildi ve kendimi bunun için baya kötü hissetmiştim. Çünkü
kadın yalan söylemiyordu.
Zaman içinde ses çıkarma oranım çoğaldı, çıkan sesle de
barıştım çok şükür. Zaten potansiyel erkekleri görür görmez tanımaya ve bir
şekilde arkanda kim yürüyor, yanında kim var, başıma bir şey gelir mi temkini ile
yaşamaya da alışıyorsun. Toplumdaki kadınların üzerindeki bu ‘av’ olma durumu, doğal
olarak bir başkası tarafından korunma ve kollanma arzusu yaratıyor. Bunun
sonucunda kadın hayatındaki erkeklere, ‘beni diğer tüm erkeklerden korumak
zorundasın’ gibi bir sorumluluk yüklüyor inceden inceye. Sonuç malum, özgür iradesiyle davranamayan kadınlar
ve anama, bacıma, karıma laf attı, ters
baktı, küfretti diye insan bıçaklayan erkeklerle dolu bir toplum.
Sanırım insan en çok gençken tacize uğruyor, biraz
büyüyünce, yaşam tecrübelerim,
gerektiğinde sıvışma becerilerim gerektiğinde ise blöf yapmalarım, e tabi
toplumsal olarak da biraz gelişmemiz sayesinde uzun yıllar herhangi bir temas
içeren tacize uğramadım. Ta ki 9 yıl öncesine kadar. Bir kış günü akşam 6-7
civarı, Üsküdar’ın işlek caddelerinden birinde yürüyorum. Keyfim yerinde,
karşıya geçip sevgilimle buluşacağım, doğal olarak onu düşünüyorum. Bu
sırada birden kıçımın ellendiğini fark
ettim. Teması hissettiğim an hiç tereddüt etmeden döndüm ve var gücümle adamın
burnunun ortasına yumruğumu indirdim. Burnundan kan boşaldı, elimin altında
kırılan kemiği hissettim. İçimde öfke bile yoktu, sanki çok basit bir
refleksti. Bu düğmeye basınca, bak bu oluyor gibiydi. Genç bir adamdı sanırım,
adama dair neredeyse hiçbir şey hatırlamıyorum, burnundan akan kan canlanıyor
gözümde bir de elimin altında kırılan kemiğin verdiği his, o kadar. Can
havliyle bana bir yumruk salladı, tam oturtamasa da tutturdu. Bir anda
boğuşmaya başlar gibi olduk, kimse yardıma gelmedi, yanımızdan insanlar
uzaklaşarak geçmeyi tercih etti. Sanki nehrin ortasındaki kocaman bir kayaydım
ve su benim etrafımdan geçtikten sonra tekrar birleşiyordu. Tek başıma olduğumu hissettim, adamın apış
arasına sağlam bir tekme atıp onu yıkıldığı yerde bırakıp hemen uzaklaşmaya
başladım. Kalabalığa karıştım. Kalbim herhalde normalinin 10 katı falan hızla
çarpıyordu. Her an birisi arkamdan yetişecek ve kafama bir şeyle vuracak gibi
hissediyordum. Kavgadan korkan bir insan olarak, ilk kez birisine yumruk
atmıştım, ilk kez birinin burnunu kırmıştım, adrenalinden nasıl bayılmadım
bilmiyorum. Elim zonkluyordu, bir hafta kadar da sürdü ağrısı. Yürürken, tüm benliğimle peşimde birisinin olup
olmadığını kontrol etmek istiyordum . İzlediğim tüm film sahnelerinde kaçanlar,
arkaya baktıkları için yakalanıyorlardı. Kendimi tutarak yürümeye ve normal
davranmaya devam ettim. Beşiktaş motoruna
bindim, oturup bir şey yokmuş gibi karanlık denize baktım ve şuna benzer bir
şey söyledim kendime. Öznur, yaşadığın tacize, eğer fiziksel bir tepki verecek
olursan bilmelisin ki başına her şey gelebilir. Yani dövülebilirsin,
bıçaklanabilirsin, öldürülebilirsin bunu göze alıyorsan yap, almıyorsan yapma,
çünkü yalnızsın. Sonrasında bu olayı anlattığım birkaç kişiye de yumruk atıp
kaçtığımı söyledim sadece, tüm bunları anlatacak kadar iyi hissetmedim kendimi.
O gün bugündür bir daha temas içeren bir tacize uğramadım. Kimseye de vurmadım
ve kavga gördüğümde aynı korkuyu hissettim herhangi birine de dahil olmak istemedim.
Değişen bir şey yoktu.
3 yıl kadar önce Beşiktaş’da, eve gitmek için otobüs
bekliyorum. Caddenin karşısında yürüyen bir adam dikkatimi çekti, bir şeyler
yapacağını sezdim, bir kadına yaklaştı ve pandik attı. Kadın sıçrayarak döndü,
itip adama küfretti, adam da onu itip küfredip, vurmaya başladı. Ama ne vurmak,
karşılık versin de, ben de onu bi güzel döveyim diye taciz etmişcesine saldırdı
kadına. Tekme tokat. Kadın şoka girdi karşılık vermeye çalışıyor ancak hiç
şansı yoktu. Etraflarındaki insanları gördüm, uzaklaşarak yanlarından geçip gidiyorlardı. Gözümün önüne nehrin ortasındaki o taş geldi. Sağıma, soluma bile bakmadan caddeye kendimi
attım, koşarak karşıya geçtim ve adamla kadının arasına girdim. Kadını adamdan
uzaklaştırmak için ittim. Sırtıma bir kaç yumruk yedim. Yine hiç düşünmemiştim,
gözüm dönmüştü sanki. Bunu yaparken bana iki kadın daha katıldı sonra taksi
durağındaki birkaç kişi ve adamı oradan kovaladık. Bu durumu daha önce Feyyaz’a
kadını taciz ettiler ama etraftan insanlar yardım etti diye anlattım. Benim
deli cesareti ile kendimi böyle bir duruma atabildiğimi bilmesinin onu
endişelendireceğini düşünüp sakladım. Tabi asıl, bu göz dönmesi hali beni
endişelendirmişti bu yüzden saklamak istemiştim.
İtalya’da 10. günümüzü doldurmuştuk sanırım. Üstümde tuhaf
bir rahatlık, özgürlük, hafiflik hissediyordum. Üzerine biraz bakınca anladım. Türkiye’de
sürekli bir alarm halindeydim. Kadın-erkek insanların, yoğun bir şekilde
birbirlerine baktıklarını, incelediklerini, kıyasladıklarını, kıskandıklarını,
sinir olduklarını, küçük gördüklerini, konuştuklarını, birbirlerinin vücutları, giysileri,
davranışları, ırkı, cinsiyeti, kafalarında canlanan hayatları hakkında çeşitli düşünce
ve duygular ortaya çıkardıklarını sürekli olarak birbirlerinin kişisel
alanlarını ihlal ettiklerini hem biliyor hem de yoğun bir şekilde
deneyimliyordum. Ve bunu hiç taciz olarak algılamamıştım. Aslında ben de aynı
şekilde yolda yürürken, bir çok insana bakıyor, inceliyor duygu ve düşünceler
yaratıyordum. Türkiye’de 15 gün tatil yapmış İtalyan hemcinsim belime havlu
sarmama ısrarla bu yüzden tepki vermiş, ve beni uyandırmaya çalışmıştı. Çünkü
burada, hep birlikte birbirimize yaşattığımız şey gerçekten de normal değil.
Tacizin nerede başladığına, sınırlarımıza, başkalarının sınırlarına falan
oturup bir daha bakmamız gerekiyor belli ki. Duygu, düşünce ve eylemlerimizle
yarattığımız taciz halinin, yaşamımızın her yerinde olduğunu görüp değiştiremezsek, bunun fiziksel dünyalarımıza yansıması da hiçbir zaman değişmeyecek diye düşünüyorum.
Konu derin ve uzun. Paylaştığım sadece benim hikayem.
Anlatmak, bir yerlerde tutmamak çok iyi geliyor insana. Yazarak bu kadar iyi
hissedebileceğim ve başkalarına da kendilerini aynı şekilde iyi
hissettire bileceğim hiç aklıma gelmezdi, her seferinde çok şaşırıyorum ve bir ömür boyu şaşırabilirim.
Şaplak
Bir zamanlar aydınlanma kafamda aşağı yukarı şöyle bir
şeydi. Bir şey olacak ve o an’da tüm
evreni, yaşamı, neden burada olduğumu, nasıl geldiğimi, amacımı, şimdiye kadar
ne yaşadığımı ve bundan sonra ne yaşayacağımı hem kendim hem de evrendeki her varlık için şaşmaz, bir daha da iyi veya
kötü yönde değiştirilemeyecek bir sabitlikle anlayacağım ve bu anlayış beni
huşu içinde aydınlanmamış diğer herkesten farklı, ışıklı bir varlık haline
getirecek.
Kavramın kendisiyle çelişen her şey var içinde maşallah,
dönüp okudukça gülüyorum. Bence doğduğumuz andan itibaren aydınlanıyoruz. İlk
aydınlanmamız kıçımıza yediğimiz şaplakla başlıyor ve sürekli devam ediyor. Şimdi
birlikte hayal edelim.
Sıvı dolu bir kesenin içindesin. Göbeğine bağlı bir
kordonla, içinde oluşup, yaşadığın canlıdan beslenerek, hayatta kalan bir yaşam
formusun. Kendini içinde yaşadığın canlı ve bildiğin her şey ile bir ve bütün
hissediyorsun. Zaman içinde, sen beslenip büyüdükçe yaşadığın yer giderek daralıyor
ve olaylar gelişiyor, bir kaos ile birlikte içinde bulunduğun ortamdan dışarı
atılıyorsun ya da bilinmez bir güç tarafından çekilip alınıyorsun. Yeni
gerçeklikte, sıvı yok, kordon yok,
çevrendeki sınırlar yok, her şey ama her şey sonsuz farklılıkta. Muhtemelen
derin deniz canlısı bir balığı, sudan çıkarıp da elimizde tuttuğumuzda yaşayacağına
benzer duygular içindesin. Hiç bir dış
koşulu anlayamıyorsun. Kilitlenip kalmışsın. Gördüğünü, duyduğunu, nefes
aldığını, kokladığını, tat aldığını bambaşka bir şekilde burada da
yapabildiğini bile daha bilmiyorsun. Bir başka şekil bilmiyorsun zaten.
Bildiğin tek gerçeklik bir anda değişmiş. Bir zihnin olduğunun farkına
varmamışsın muhtemelen ya da tam burada işlemeye başlıyor sistem. Ciğerlerini
hiç kullanmana gerek olmadığı için onların varlığından bir habersin,
vücudundaki her şey için geçerli bu. Geçtiğin yeni gerçekliğe aslında hazırsın
ancak bunun farkında değilsin. Belki de ilk kez bütünden koparıldığını hissediyorsun
bu sırada. Beyin yaşadığın deneyime dair
veriler kaydetmeye başlıyor olabilir. Güzelim sıvı gitmiş yerine hava gelmiş ve
onunla ne yapacağın da meçhul. Bir şok
dalgasının içindesin ve muhtemelen deli gibi korkuyorsun. Donup kalıyorsun. O
sırada kıçına bir şaplak geliyor, acı ile ağzın açılıyor, hava içine doluyor ve
kendi sesini duyuyorsun. Bu senin için tamamen ilk. Sesin olduğu gerçeği ile
bütünleşiyorsun. Ve aynı anda nefes alıyorsun. O andaki kafamızda, kim bilir ne kadar büyülü
bir deneyimdir. Bana kalırsa bebekken bu kadar çok ağlamamızın bir nedeni de bu
deneyimin şok edici etkisi. İlk kez şişen akciğerlerin sayesinde yaşadığını
hissediyorsun. Yeni geçtiğin gerçeklik boyutunda ‘şimdilik’ hayatta kalmayı
başardığın ortaya çıktığı için, bir nebze rahatlıyorsun.
Ardından bu yazıyı okuyan kişinin geldiği ana kadar, bu
kadar çılgın olmasa da sadece ve sadece bu deneyimin devamını yaşıyorsun. Hala
geçtiğin yeni gerçeklik boyutunu ve onun içindeki kendini keşfetmeye
çalışıyorsun. Yüz binlerce yıllık insanlık deneyiminin çok küçük ve yanlı bir
bilgi bankası ile seninle temas kuran herkes ve her şey tarafından
eğitiliyorsun, eğitiyorsun. Buraya dair bildiğin her şey, seninle aynı tuhaf,
geçiş deneyimini yaşamış yada yaşayan
diğer herkesin, bireysel deneyiminden geliyor ve senin deneyimlerine göre kişisel kodlara bürünerek içine
kaydoluyor. Ve sen bu kayıtlı veriler ile tanımlayabildiğin sınırları olan yeni
bir gerçeklik similasyonu yaratıyorsun. Bu sayede geçmişteki gibi kendini
güvende hissediyorsun. Ta ki büyüyüp, içinde bulunduğun alan sana dar gelene
kadar. İşte o zaman tüm döngü yeniden başlıyor, olaylar gelişiyor, yarattığın
zihinsel gerçeklik boyutundan bir başkasına geçiyorsun, bir şekilde kıçına bir
şaplak yiyip aslında parçan olan bir başka muhteşem şeyi fark ediyor ve
yaşamsal deneyimini hem kendin hem de
herkes için biraz daha büyütüyorsun. Bu
da sana içinde bir süre rahat edebileceğin bir konfor alanı sağlıyor.
Sınırlarını genişletmeyi isteyip istememek
senin elinde. Çünkü onları
yaratan zaten sensin. Bu sayede hep birlikte ve yalnız, maddede ve yeni
bir gerçeklik boyutunda, kendimiz diye bildiğimiz şeyi deneyimleyerek
keşfediyoruz. Keşfettikçe hem içimizdeki hem dışımızdaki sınırlar açılıyor ve
içeriye ışık sızıyor. Bu ışık dediğimiz ise sevgi. Çünkü her seferinde ilk
deneyimimizi arıyor ve şuna ikna olmaya çalışıyoruz. Ne yaşarsak yaşayalım
bunun üstesinden geleceğimiz bilgiye, yeteneğe hiç bilmediğimiz bir şekilde
zaten sahibiz.
Her şeyi abartmamız, ve onun her seferinde tek gerçekliğimizmiş gibi yaşamamız, diğer
herkesi ve her şeyi kendimizden ayrı ve gayrı düşünmemiz, sürekli bir ‘şimdilik
yaşıyoruz’ ancak yarın ne olacak belli olmaz modunda korku ile takılmamız, iyi
bir şeylerin, büyümenin eninde sonunda bir kaosa kötülüğe sebep olacağına dair
inançlarımız. Yaşadığımız her durumda kendimizi cezalandırılıyor, istenmiyor ve
sevilmiyor hissetmemiz. Sürekli yaratıp- yıktığımız sınırlarımız nedeniyle yaşamın, zamanın, ve her şeyin bir başı ve
sonu olduğunu düşünmemiz. Kim
olduğumuzu, ne yaptığımızı, ne yapacağımızı bilmiyor oluşumuz ve bu
belirsizliğin sonlanma ihtimalinin de en az belirsizliğin kendisi kadar bizi
korkutması.
Yaşam gerçekten tuhaf
bir gerçeklik boyutu. Keşif ve heyecan
dolu. Ve genelde de bir dehşet duygusuyla yaşamayı tercih ediyoruz bu heyecanı.
Ya nefes alamazsak, ya bilemezsek, ya sevilmezsek, ya istenmezsek, ya mutlu
olmazsak, ya hata yaparsak, ya fark etmezsek, ya zarar görürsek, ya ıskalarsak,
ya yanılırsak, ya aptal konumuna düşersek, ya geç kalırsak… Bu çılgın serüvende kendime en sık söylediğim
cümle şunun gibi bir şey: Sen, herkes gibi, zaten deneyimlemek istediğin bir
gerçekliğe, donanımlı bir şekilde gelmiş ve belki de evrenin en cesur
kaşiflerinden birisin. Henüz, keşfettiklerinle onun büyüklüğünün ve
bütünlüğünün yanında, devede kulak seviyesine bile gelmediğini bil. Seni, zaman zaman dehşete düşürse de büyümeye
ve değişmeye devam et. Bazen kendini nefessiz, kımıltısız, donup kalmış korku
içinde bulsan da, eninde sonunda, kıçına bir şaplak yiyeceğine güven.

Güç oldu hep mevzum. Çocukken güçlü olmam gerekiyordu, büyüdüğümde de
şartlar değişmedi. Onlarca hayat gibi dolu dolu ömrüm, çok şükür. Önceleri
güçlü olmak hoşuma gidiyordu. Her şeyle barışık gibi görünmek beni insanların
gözünde büyütüyordu. Egomun bu büyüklüğe ihtiyacı vardı. Kendimi yeterince
sevmiyordum. Sevgi sandığım şey kendimi başkalarının gözünden
tanımlamaktı.
Yıllarım bu şekilde geçti. Güçsüz hissettiğim her an, daha da güçlü
görünmeye çalıştım ve sonunda kalbimle bağlantımı iyiden iyiye kaybettim.
Sadece zihnim vardı. O planlar yapıyor, çuvallıyor, kızıyor, suçluyor ve aynı
döngüleri tekrar tekrar yaşıyor ve yaşatıyordu. Yaşamımın ışığını solmuş hissettiğim
zamanlardı bunlar. Duygularımı o kadar çok baskılamıştım ki bir şeyler
hissedebilmek için uçlara gitmem gerekiyordu, bu yüzden de tuhaf riskler
alıyordum. İşe yaramadığının farkındaydım ve her seferinde onları biraz daha az
hissediyordum. Bir yandan da vücudum ciddi alarmlar vermeye başlamıştı. Bir
dolu hastalığım vardı ve giderek de çoğalıyorlardı.
Ve günlerden bir gün panik krizi geçirdim. Yine güçlü kalma oyunu oynamaya
devam ettim. Bir yandan kriz geçirirken bir yandan da “bu panik atak olsa gerek,
yaşadığım her şey illüzyon, ben güçlü biriyim, birazdan geçecek” diye
takılıyordum. İçimdeki cılız ses ‘yine ıskalıyorsun, duygunu gör’ diyordu ama
nafile, dinlemedim. Sıkıntı geldikçe, güçlüyüm deyip duygularımı dinlemeyi red
ettim. Üstüne bir de bunu başarı bilip herkesle paylaştım. Sıkıntım,
mutsuzluğum, hastalıklarım artarak bir süre daha devam etti.
O sabah da diğer sabahlardan farksız başladı. İşe gitmek için 8 otobüsüne
binip sağ taraftaki cam kenarı tekli koltuklardan birine oturdum. Kafam cama
dayalı, her gün baktığım şehir manzarasına dalmıştım. Yol kenarındaki refüjler
arkalarındaki yeşil doku ile birlikte gözlerimin önünden hızla kayıp giderken,
hislerimde bu ritme ayak uydurur gibi benden uzaklaşmaya başladı. Hiçliğin
içinde yuvarlandığımı fark ettiğimde artık ne üzüntü, ne keder, ne de mutluluk
kalmıştı geriye. Her şey çok hızlı olmuştu. Zihnim çalışıyor ancak duygularımı
hissedemiyordum. O an “peki ya vücudum, o benimle mi hala” diye düşündüm.
Bedenime komut veremeyecek kadar güçsüz olduğumu da yine o anlarda fark ettim.
Felcin böyle bir şey olup olmadığı geçti aklımdan, hissetmediğim için
korkamadım.
Gözlerimi kapadım, açtığımda ofiste bilgisayarımın
başında çalışıyordum. Bir elim mouse’da, bir elim klavyedeydi. Bir süre kendimi
izledim. Sanki vücudum benden ayrı hareket ediyordu ve ben içine “şimdi” gelmiş
gibiydim. Bu his kısa sürede bütünleşme haline dönüştü. Sanki tekrar
bedenimle bağ kurmuştum. Korku inanılmaz bir hızla tüm hücrelerimi sardı. İşe
nasıl geldiğimi, ne yaşadığımı anlayamıyordum ve bu beni dehşete düşürmüştü.
Sadece korku değil, yoğun bir şekilde çaresizlik de hissediyordum ve belki de
korkunun kaynağı o çaresizlik hissiydi. Saatime baktım, 13:30 olmuştu. Geçen
beş buçuk saat boyunca ne yaşadığıma dair hiçbir fikrimin olmayışı içimdeki
duygu bombardımanını iyice arttırdı. Gözlerime hızla yaşlar doldu. “Bu sefer
delirdin, başardın işte, beğendin mi yaptığını salak, şimdi ne yapacağız, lanet
olsun” benzeri bir sürü cümle peşi peşine yankılanıyordu kafamın içinde. Arkamı
döndüm ve aynı odada çalıştığım insanlara baktım, hatırlamaya çalıştım,
bilgisayara döndüm, yaptığım işe baktım. Çaresizce odanın içinde dolanıp bir
şeyler hatırlamaya çalıştım. Ancak arada geçen sürece dair bana yardımcı
olabilecek hiçbir iz yoktu. O an aklıma birilerinin yardımını istemek geldi.
Arkadaşlarıma “ben ofise ne zaman geldim” diye sordum. Kafalarını “sen ne
saçmalıyorsun” edası ile bilgisayarlarından kaldırsalar da, benim dehşete
düşmüş halimle karşılaşınca, bir sorun olduğunu hemen anladılar. Yaşadıklarımı
anlattım. Ağladığımı hatırlıyorum.
Telefonla konuşabilecek gibi hissettiğimde, can dostum Çağlayı arayıp, bana
iyi bir doktordan randevu almasını istedim. Ertesi gün doktora gittim. Teşhis
basitti, black out olmuştum. Güçlü olacağım diye duygularımı o kadar çok
bastırmıştım ki onlarla birlikte her şey kapanmıştı. Bir şekilde vücudun,
duyguları geri getirme şekliydi bu. Sistem ReStart vermişti. Yaşamım da bu
krizle yeniden başladı. Hiç de güçlü değildim artık. Bu ortaya çıkmıştı. Az da
olsa mutluluğa benzer bir şey hissettim.
Tüm bu yaşadıklarımdan sonra uzun bir yol yürüdüm ve bu yolda Reiki ile
tanıştım. Ona başka dostlar ekledim, kendimi keşfetmeye gönüllü oldum.
Taşıdıklarımı bıraktıkça, duygularımı kabullendikçe, kalbimle bağlantım arttı.
Ve kalbim ne zaman sıkışsam, hep aynı cümleyi fısıldadı şefkatle “Güçlü olmasan
da olur”.
Sevgili Gamze Özer, inisiyasyon deneyimimiz üzerine yukarıdaki resmi
çizip paylaştı. Ben de bu sayede kendi serüvenimdeki güç kavgamı yazıya dökebildim.
Böylelikle şifa tamamlandı, herkes için görünür oldu. Çok şükür.
Şifacılar yaralı olurlar, çünkü kendi yaralarını iyileştirerek, başkalarına
nasıl ışık olacaklarını öğrenirler. Ayrılık yok. ‘Ben iyileşirsem sen
iyileşirsin, sen iyileşirsen ben iyileşirim, biz iyileşirsek her şey iyileşir.’
Lütfiye babaannemin ismi. Yıllarca, ikinci, uzun, gereksiz,
eski isim olarak kaldı hayatımda. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bolca
dalga geçilen, sınavlarda ve resmi dairelerde sorun olan sıkıcı bir unsur oldu sadece.
Ta ki 30’lu yaşlara doğru, zifir gibi bir karanlığın içinde, kendimi yolsuz,
kimsesiz ve sevgisiz hissettiğim uzun bir dönemin sonlarında babaannem rüyama
girene kadar.
Yorumlar
Yorum Gönder