BLOG







2000’li yılların başı. Yeni anne, çalışan kadın, iyi evlat,  genç ve yaratıcı insan, iyi dost, evli konseptinin tüm gerekliliklerini yerine getirmek için koşturup durduğum yıllar. Durup da bu kalıpların ne olduğuna daha hiç bakmamışım. Hepsinin içini layığıyla doldurmam gerektiğine inanıyorum, her türlü eksiklik zaten olmayan öz değer duygumu derinden sarsıyor. Zaman yetmiyor, her şeyi planlıyorum, kalkacağım, kişisel temizlik, oğlumun temizliği ve kahvaltısı, evden çıkış, yürüyüş, vapura biniş ve inişleri, minibüse yürüme, sıra bekleme, yolculuk, inilecek durak için hazırlık, yürüyüş, iş, işte o gün yapılacak her şey, sonra aynı şekilde dönüş, ev, çocuğumla geçirilecek kaliteli zaman, arkadaşlara ayrılacak zaman, eşe ayrılacak zaman, alışveriş, temizlik, yemek ve kişisel bakım, aile, ziyaretler vs… planlarıma nefes alacak vakti dahil bile etmiyorum çünkü mevzu ben değilim, kendime dışarıdan dürbünle baktığım yıllar. İçten içe sürrealist bir şekilde ödüllendirilmeyi bekliyorum.  Bir gün herkes ne kadar mükemmel olduğumu fark edip beni takdir etsin ve hep çok sevsin istiyorum. Yetişmek önemli bir kavram tabi o zamanlar. Hiçbir randevuma, sözüme geç kalmıyorum. Şaşmaz bir saat gibi, hep planladığım saatte, planladığım yerdeyim. Anadolu yakasında yaşıyor, Avrupa yakasında çalışıyorum. Bu süreçte vapura yetişmek hayati önem taşıyor. Çünkü bir sonraki vapur yarım saat sonra ve bu da yaptığım tüm planların kaymasına sebep verecek, Çernobil kadar olmasa da benim o zamanki dünyamda büyük bir felaket yaşamama sebep verebilecek bir olay. Sabah vapura yetişmek için duruma göre hızlı yürüyüşler veya koşmalar zaten bir alışkanlık olmuş. Vapur keyfi denilen şey, dolu vapurun içinde oturacak güzel bir yer bulma kaygısı ve yolculuk bitmeden simit ve çay eşliğinde kahvaltı edebileyim diye girdiğim çeşitli sıkışmaların yarattığı stres,  her gün geçmem gereken içi timsah dolu bir hendek gibi. Tabi ki hiç vapur kaçırmıyorum ve gurur duyuyorum bu durumla. Sanki bir gün her şeyden habersiz,  vapurdan inerken birden herkes durup bana bakacak ve yavaş yavaş tek tük alkışlar başlayacak, alkışlar artarken koridor olan kalabalığın içinden vakur bir eda ile yürüyeceğim, herkes sergilediğim bu büyük performanstan dolayı beni kutlayacak, o güne özel, vapur iskeleleri kırmızı halıyla kaplanacak ve ben haklı gururumla gülümseyip herkese teşekkür ederek vakit kaybetmeden yoluma devam edeceğim. Çünkü programımı aksatamam, bu sorumluluk sahibi davranışım nedeniyle bir kez daha herkes beni içten içe takdir edecek. Tabi ki böyle bir şey olmadı. Ben her gün kan ter içinde koşturarak yetişmeye devam ettim ta ki bir gün eşikte durana kadar.

 Aslında o gün de aynı duygularla kalkmış, ne kadar sıkışmış olduğumu, nefes alamadığımı fark etmeden kendimi yollara atmış ve koştura koştura vapura yetişmeye çalışıyordum. Saat biraz daha geçti, bir önceki gün muhtemelen işten çok geç çıkmıştım, onun bir rahatlığı vardı içimde ancak bir yandan da acaba çok mu geç kaldım kaygısını taşıyordum. Çünkü işe gitmeden önce bankaya da uğramam gerekiyordu. Kadıköy merkezde minibüsten indim ve kalkmasına 3-4 dakika kalan vapura doğru koşturmaya başladım. Yeterli vaktim vardı, daha önce bu sıkışmış zaman diliminde yetiştiğim çok olmuştu. Sonuçta akbilimi basıp salona girdiğimde kapılar hala açıktı, son bir dakikaydı. Kapıya doğru yürürken, o birkaç metre içinde, içimdeki yetişme isteği vapuru kaçırma isteğine dönüştü.  Şaşkındım.  İçimde bir his, ses, duygu adına ne derseniz deyin, açık bir şekilde ve inatla binmemem gerektiğini söylüyordu. Oysa yetişmem lazımdı. Vapur kaçıramazdım. Kapı açıktı. Ancak binmek istemiyordum. Oysa günün tüm zamanlaması bu vapura binmeme bağlıydı.  O zamanlar hislerime pek değer veren biri değildim. Geçen 1 dakika boyunca açık kapı ve eli kapıda bekleyen görevlinin bakışları eşliğinde, eşikte bekleyerek kendimle kavga ettim. Neden binmiyorsun, binsene, manyak mısın, bu salonda yarım saat oturup ne yapacaksın, atsana adımını… olmadı, atmadım o adımı, adam da içinden muhtemelen deli herhalde diyerek yavaşça kapıyı suratıma kapattı. İçim rahatladı. Olan olmuştu kavga bitmişti en azından. Oturdum bekledim. Çok sıkılmadım, biraz şaşırdım bu duruma. Pek durmaya alışık olmadığımdan durduğumda ne hissedeceğimi de çok bilmiyordum tabi. 15 dakika geçti yeni vapur geldi, içindeki kalabalığın inişini izledim,  sonra koşturmadan ağır adımlarla vapura bindim, işe gidiş saatine uygun bir vapur olmadığı için oldukça boştu, rahat rahat simit yiyip çay içtim güzel bir yerde oturarak boğazı izledim. Beşiktaş’a yaklaşırken telefonum çaldı, eşim arıyordu. Endişeli bir sesle ‘neredesin?’ dedi. Vapurdayım deyince sesi rahatladı ve hemen ekledi, ‘Aynı vapurla geri dön, HSBC’de patlama oldu, senin de orada olduğunu sandım’. Hemen hemen hepiniz biliyorsunuz o günleri. O sırada içimde beni durduran sesi hatırladım. Muhtemelle çok mümkün ki patlama sırasında orada olacaktım çünkü öyle planlamıştım ve planlarım her zaman şaşmaz bir şekilde tutardı. İlk kez o gün durmanın, spontan olmanın, içimdeki o tanımlayamadığım sesi dinlemenin o kadar da kötü olmadığını birazcık hissettim.

Doğanın döngülerinden kopuk bu kadar uzun süre yaşayabilmiş olmamı bir mucize olarak görüyorum. Bu mucize bir çoğumuz için hala an ve an gerçekleşmeye devam ediyor. Şehir yaşamındayken doğadan kopmanın senin bizzat yaşamına tehdit eden bir şey olduğunu pek anlamıyorsun. Çok güzel saklanmış bir sır gibi. Hastalık, sıkıntı veya sorunun kaynağının burada yattığını da fark etmiyorsun. Çünkü doğa ana ile aramızdaki uçurum o kadar büyük ki onunla hareket etmen gerektiğini ona bağlı bir bakıma da bağımlı olduğunu da pek hatırlamıyorsun. Mesela kışın gelmesiyle çocukların okulu, doğalgaz faturası, alınması gereken kışlık bot, trafiğin artması gibi doğanın değil sistemin döngüsüne uygun kaygı ve ihtiyaçlar üzerine odaklanıyorsun. Tıpkı yazın gelmesinin fazla kilolarına, tatil için gerekli paraya veya kendini ait hissetmek için yapman gerekenlere odaklanmanı sağlaması gibi. Oysa beklentin ya da kaygın ne olursa olsun, doğanın bir parçası olarak onun döngüsünden ve ritminden kaçma ihtimalin yok. Sadece erteleyip görmezden gelebilirsin.

Her şeyi hızlandırmaya çalışıyoruz. Yani insanlık olarak böyleyiz ve tabi ki bunu yaparken abartıyoruz. Doğanın döngülerini ve ona bağlı olduğumuzu unutarak yaşıyoruz. Kışın domates yetişmiyor mu hoop dev seralar yapıp çılgınca domates üretiyoruz, bir şeye de benzemiyor ama olsun yapıyoruz işte, daha çok para uğruna, atmosferi de toprağı da zehirliyoruz. Bunu bile bile kışın gidip manavdan, marketten domates alıyoruz, çünkü bir tek ben aldım diye dünyanın sonu gelecek değil ya. Doğal olarak hepimizin ortaklaşa devam ettirdiği bu eylemler doğanın dengesini bozuyor. Ama önemli değil, doğa ne ki sonuçta alt etmeye, ona rağmen başarmaya çalıştığımız, canlılığını hiç hatırlamadığımız bir ‘şey’. Ne olduğunu gerçekten bilmiyoruz, bu yüzden ‘şey’ kelimesi büyük insanlığın doğa tanımı için uygun bir kelime. Büyük şeyleri seviyoruz. Yaptığımız, yarattığımız her şeyin değerini bir büyüklüğü ikincisi hızı ile ölçüyoruz. Sanki ne kadar büyük o kadar değerli. Ne kadar hızlı, çabuk sonuca ulaşıyorsak o kadar çok kabul görüyoruz. Birbirimizi her gördüğümüzde ne kadar kısa zamanda ne büyük şeyler başardığımızı anlatıp duruyoruz. Kimse bir diğerini dinlemeye gönüllü değil çünkü o kadar nefes almadan koşuyoruz ki birilerinin bizi takdir etmesi lazım,  hem de hemen.  Hepimiz bir yandan önümüzdekini kovalıyor bir yandan da arkamızdakinden kaçıyoruz. Bir fasit dairenin içinde birbirini kovalayan, saçma bir oyuna takılıp kalmış çocuklar gibiyiz. Tavşan kaç! Tazı Tut! Kim tavşan, kim tazı, kim şarkıyı söylüyor hepsi birbirine girmiş.  ‘Ben artık oynamıyorum’ demeden de, önde koşturanın da arkada yetişmeye çalışanın da, bu oyunun sürmesi için tezahurat edenin de aynı kişi olduğunu anlamamız pek mümkün görünmüyor.

Çaba sanırım bize ilk öğretilen şeylerden biri. Popomuzun üstünden kalkıp da ilk adımımızı atmaya çalıştığımız andan itibaren bir gaz, hadi yaparsın, başarırsın nidasıdır gidip duruyor. Biz de her alkışla kendimizi kabul görmüş, değerli, diğer herkesten daha özel hissetmeye çalışıyoruz. Sanki çaba göstermeden hiçbir şeyi başaramayız. Mutluluk, açık bir şekilde belli ki ne eğitiminle, ne cebindeki parayla, ne siyasi görüşünle, ne de inancınla ilgili. Mutluluk bir barış anlaşması sonucu varılan ferahlama gibi. Tarafların -ki burada insan ve ona dokunan her şeyi kastediyoruz-,  makul bir düzlemde anlaşıp el sıkışmış olması gerekiyor.

Doğada yaşamak için ilk adımımızı atalı neredeyse 3 yıl oluyor. Yarı zamanlı birkaç yıldan sonra 21 mart’ta tam zamanlı doğa ananın koynunda yaşamaya başladım. Daha yeni yeni ne yaşadığımı, nasıl değiştiğimi görebilmeye başlıyorum.  Süreçlerimiz, şehirli ve doğadan kopuk zihinlerimizle dalga geçer gibi geçti, geçiyor. Ne kadar şuursuz olduğumuzu her an her saniye daha çok idrak edip gülüyoruz. Teslim oluyoruz, sürekli ve mütemadiyen. Kendimizi doğaya ne kadar uyumlamaya çabalarsak, o kadar çok çarpıyoruz duvarlara, sınırlara, engellere. Çabanın ne kadar zehirli bir şey olduğunu en derinden anlıyorum  bu kez. Kurban rolüne, oradaki tatmine dayamıyoruz artık sırtımızı. Ezberler çok kuvvetli, yapılması gerekenler, çaba, başarı, hayallerin yarattığı tutsaklık… Niyet ise gerçekten çok güçlü. Burada en çok yine ve yine ritim bozukluğumu fark ettim. Oysa yıllar içinde kendimle çok uğraştım ve yavaşladım, durabildim falan sanıyordum. Doğa ana ile birlikte eve çıkana kadar kendime dair bildiğim bir çok şey şimdi kahkahalarla güldüğüm dev bir şakaymış. Tüm o olmalılar klasörünü biraz hafiflemiş olsa da orada bir yerlerde duruyormuş. Hoşlanmadım tabi çünkü yapılacakları bırakmanın yapılacak bir iş olmadan yapılması gerekiyordu ki, bu gereklilik bile yapılacaklar klasörüne yeni bir madde eklemekten başka bir şey değil. O çemberde hala döndüğünü fark etmek başta baya kalp kırıcı geliyor doğrusu. Daha önce yazmıştım kendim dahil tüm insanoğlunu pek mızmız buluyorum. Tembellikle çabasızlığı, çaba ile iradeyi bir türlü ayırd edemiyoruz. Bir tohumun, toprağın altında geçirdiği bir yılı düşününce hele, kendimi bu dünyaya bir hesap hatası nedeniyle gelmiş uzaylı dostum gibi şaşkın şaşkın bakınırken buluyorum. Okunulan kitaplar, fikirler, tüm doğayı ve insanlığı kapsayan yüksek idealler harika tabi ki ancak sadece deneyim, gerçek olanla bağ kurmanı sağlıyor. Deneyim olmadan tüm bu bilgi koca bir egodan başka bir şey yaratmıyor. Doğa ananın ritmine karşı gelemeyeceğimi ancak onunla ortak çalışırsam ilerleyebileceğimi, diğer hiçbir yöntemin sürdürülebilir olmadığını görmenin yanı sıra kabul ediyorum artık. Bu yıl domatesler olmadı mı seneye bakacağız derken, zerre kadar sıkışmışlık, geç kalmışlık veya yetersizlik hissetmiyorum. Bir rahatladım. Öyle çok olmadı tabi daha yeni yeni duygular bunlar. Sanki gözlerim kulaklarım kalbim açıldı da anlıyormuş gibi yapmadan yaşamaya başladım etrafımdaki ritmi, düzeni ve onun güzelliğini. Kendimizi kandıramadığımız günün sonunda haklı veya mağdur olmadığımız hikayelerimiz çoğalıyor çok şükür. Tavşan kaçmıyor, tazı kovalamıyor, tribünlerde çıt yok. Acele etmiyorum, sağolsun hayat bunu her gün tekrar tekrar hatırlatıyor. Plan yapmak yerine niyet ediyorum. Olma olasılığı olan şeylere yaşamımda yer açıyorum, olacak olan her zamanki gibi oluyor. Olmayana da sevgiler yolluyorum. Doğada yaşamanın ona uyumlu olmanın bir vadinin, ormanın, yüzlerce zeytin ağacının, börtü böceğin, bilip bilmediğim tüm canlılığın içinde yaşamanın şifalandırıcı bir sürü yanı var kuşkusuz. Ben de kendimce buluşuyorum işte bu sonsuz şifa havuzunda ihtiyacım olanlarla. Kendimi bir yere bir şeye bir hayale koştururken bulduğumda ise o vapurun kapısında durduğum anı hatırlıyorum, eli kapıdaki görevlinin gözlerine bakıyorum yıllar sonrasından ve yavaşça duruyorum. 

Eylül 2020 - Yıldızlı Vadi






Nehrin Ortasındaki Taş

2012 Temmuz ayında, motorumuzla,  İgoumenitsa’dan bizi İtalya’ya götürecek arabalı feribota bindik. Ertesi gün öğlen İtalya’ya vardık. Motor kıyafetlerim, aşağıda motorda kaldığı için onları feribottan inmeden önce üstüme giyememiştim. Üzerimde ince, kısa bir şort ve askılı bir t-shirt vardı. Ben don giymem. Eskiden giyerdim tabi ancak sonra çok anlamsız gelmeye başladı, giderek azaldı ve sanırım bi 15 yıldır falan giymiyorum. Tabi ihtiyaç duydukça kullandığım oluyor aksi mantık dışı olurdu. Tüm iç çamaşırlarını kadında ya da erkekte gereksiz buluyorum. Genelde toplumda don giymeyen kadınlar namussuz, erkekler ise tekinsiz olarak tanımlanıyorlar. Şimdi buradan herkese ilan etmek içimi çok rahatlattı. Limana dönelim. Motora üstümdeki kıyafetlerle binmem imkansız olacağı için giyinebileceğim bir yer bakındım. Tam bir kaos ortamıydı, bırakın giyinecek, duracak yer bile yoktu.  Onlarca tır, otobüs, kamyon, araba yüzlerce insan akın akın, dev dev gemilerden iniyor ve senin kenarında durmaya çalıştığın alandan geçiyorlardı. En iyi fikir oracıkta hemen giyinmekti. Belime bir havlu doladım, şortumu indirirken, feribotta tanıştığımız 15 günlük Türkiye seyahatinden dönen İtalyan motorcular  yanımızda durdu. Kadın gülerek ve gözlerimin içine bakarak bir şeyler söyledi. Gülümsedim. Dillerle aram olmadığı için Türkçe de dahil,  karşımdaki bana ne diyor, anlayana kadar otomatikman gülümsüyorum. Eminim çok komik durumlara düşmüşümdür. Sonra bir daha aynı şeyi söyledi. Feyyaz’a döndüm, anladığım şeyi mi söylüyor diye baktım, o da onayladı. ‘Korkma, burası İtalya’,  ve eliyle havluyu göstererek,  ‘buna gerek yok, burası İtalya! burada kimse sana bakmaz, rahat ol!’. Sanırım ona yakın aynı cümleleri, arka arakaya hem bana hem de Feyyaz’a tekrar etti ve sonra gittiler. Feyyaz’a dönüp, donum olsa giyinirim de,  o kadar da değil herhalde dedim. Gülüştük. Giyindim. Yola devam ettik. Seyahatin sloganı  tabi ki bu cümle olmuştu. Ne yaşasak, ne yapsak  ‘Burası İtalya!’ diyor, o kafanın mutluluğu ile kahkaha atıyorduk. Tüm seyahat boyunca  bir daha da belime havlu falan dolamadan  her yerde çekinmeden soyunup, giyindim. Çünkü kimse bana bakmıyordu. Sadece soyunup giyinirken değil, normalde de insanlar birbirlerini deli gibi inceleyip bakmıyorlardı. Bu, o kadar büyük bir özgürlük hissiydi ki sindirip ne yaşadığımı anlamam yaklaşık 10 gün aldı.

Türkiye’de doğmuş ve büyümüş bir kadın olarak onlarca kez tacize uğradım, uğrama potansiyelim de her zaman var. Şanslıydım bu taciz genelde dışarıdan, yabancılardan geldi. Böylelikle onunla baş etmem daha kolay oldu. Ama biliyorum ki Türkiye’de  taciz, istismar aile içinde başlıyor. Bu travmaları yaşamış dostlarla konuşmalarımızda, benzer duygulara çıkıyor sonuçlar. Suçluluk duygusu, tacizi hak ettiğine inanma, cezalandırılma, ya da tacizi sevgi olarak kodlama. Donup kalma, anlatma ya da yardım istemekten korkma. Kabul edilmemekten , cezalandırılmaktan, aileden uzaklaştırılmaktan, kötü yola düşmekten korkma. Kendini kirlenmiş, eksik, yanlış bir şey yapmış gibi hissetmek.  Kendinden şüpheye düşüp ‘ben mi istedim, ben orospu muyum ya da ibne miyim’ diye düşünmek.

Tacize karşı tepkimi ilk önce annemi taklit ederek geliştirdim. Çocukluğumun ilk 8.5 yılı Mersin’de geçti.  Mersin ensest ilişkilerin, istismarın, tacizin, seks konulu cinayetlerin çok olduğu bir yerdi 80’lerde. Belki her yer öyleydi  bilemiyorum, belki de hala öyle. Annemle yolda yürürken bazen bir araba durur, içindeki erkek veya erkekler bir şeyler derlerdi.  Veya yanımızdan geçen, karanlık suratlı içlerinde başka bir canlı varmış gibi bakan adamlar tuhaf tuhaf konuşurlardı. Böyle durumlarda annem her zaman hep aynı şeyi yapardı. Bütün vücudu gerilir, elimi çok daha sıkı tutar, yolunu değiştirir ve beni de sürükleyerek oradan hızla uzaklaşırdı. Hiçbir söylenen şeye yanıt vermez, polemiğe girmez, dümdüz ileriye bakarak hızlı adımlarla yürürdü.  

Çocukken bana ‘başka’ bakan erkekleri hissederdim. Benden istediklerinin cinsel arzularını tatmin etmek olduğunu da bilirdim. Bu insanlardan uzak durmaya kendi güvenli alanımda olmayı bilinçli olarak seçerdim. Bunlar hiçbir zaman tanıdığım kişiler olmadı.  Zaten öyle bahçeden çıkmak, sokaklarda oynamak ancak mahalle arkadaşlarıyla yapılıyorsa yapılırdı. Evine gittiğin arkadaşının babası evdeyse geri dönülürdü zaten babaların olduğu saatte evlere gidilmezdi. Erkeklerle yalnız kalmaya gelmez  çünkü ne yapacakları belli olmaz bilgisi her zaman hem aileden hem de toplumdan pompalanırdı. Bir ara bu sokağa çıkmama işi iyice sıkılaştı, çünkü mahallede küçük çocuklar kaçırılıp tecavüz edilip öldürülmeye başlandı. Cesetler genellikle demir yolunda bulunuyordu.  Büyüklerin üstünde bir gerginlik vardı. Durum ne kadar sürdü çok hatırlamıyorum çok bulutlu buralardaki anılarım. Bir  gün polisler yan komşumuzun evini basıp, tutukladılar. Hatırladığım kadarıyla evli ve çocukları olan bir adamdı.

Büyüyüp kadın oldukça taciz tüm yaşama yayıldı. Bazı erkekler laf atıyor, götümü başımı punduna getirip ellemeye çalışıyor, sıkıştırıyor, baskılıyorlardı. Hiçbir şey yapmasalar penislerini avuçlayarak bön bön bakıyorlardı. Neyse ki tüm erkekler böyledir gibi cümleler kurmadım o zamanlar, bunu yapanlarla yapmayanları ayırmayı bildim ve tacizi biraz da gelişememişlik, gerilik olarak kodladım. Yapanları da küçük gördüm. Çok sonraları taciz edenlerin neden taciz ettiklerine bakabildim.

 Kendi sürecimde ben de önce annem gibi davrandım.  Bir kahvenin önünden geçerken uzaklara bakarak hızlı bir şekilde yürüdüm, biri laf attığında karşılık vermedim, oramı buramı ellediyseler de yine ses çıkarmadan sadece kaçtım. Otobüsler taciz için tabi ki çok elverişli ortamlar. 1990’ların ortasında İstanbul’a geldim ve uzun uzun yollar kat ederek bir yandan çalışıp, bir yandan okumaya başladım. Fatih, Bayrampaşa, Avcılar, Beyoğlu, Fatih  güzergahında yaşıyordum ve doğal olarak çok otobüs kullanıyordum. Balık isitifi otobüslerde o yıllarda bolca da tacize uğradım. Bu konuda yalnız değildim ben uğramıyorsam bir başka kadının uğradığını o gün mutlaka görüyordum. Bu, o kadar benimle ilgili bir şey olmamaya başlamıştı ki, tacizle karşılaştığımda bir şekilde konum ve yerimi değiştiriyor ya da ilk durakta otobüsten inerek hayatıma devam ediyordum. Sanırım bir yerde neden ben iniyorum o insin kafasına gelebildim ve sesimi çıkardım. Kelimem, cümlem neydi bilmiyorum ancak ağzımdan çıkan ses kesinlikle benim değildi. Titrek, ince, zayıf… kendimle bu şekilde karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Adam ne yapmıştı hiç hatırlamıyorum şu anda, ancak sesim kulaklarımda. Sonuçta o gün ben ses çıkarınca, insanlar söylenmiş ve bir şekilde tacizci adam otobüsten inmişti. Bu her şekilde hoşuma gitti tabi ki. Ancak çıkan sesten o kadar rahatsızdım ki bundan sonraki  bazı tacizlerde ağzımı açıp bir şey söyleyemedim. Onun yerine sesimin nasıl çıkacağını, söyleyeceğim şeyleri falan düşündüm.

Tacizin o yıllarda şöyle bir yanı da vardı. Sen ses çıkardığın anda karşındaki şiddetle ret edip yaygara çıkarıyor, seni osuruktan nem kapan cazgır, dengesiz kadın olmakla suçluyordu. Muhtemelen yaşamsal deneyimi  yüzünden sıtkı sıyrılmış ve her şeye dellenen kadınlar vardı tabi ki ancak onların davranışları zaten bambaşka bir duygu ile olurdu,  aydan bile bakıp anlayabilirdin orada taciz olup olmadığını. Bu yüzden, eğer destek istiyorsan, önce tacizin bir şekilde herkesin gözü önünde gerçekleşmesine izin vermen gerekiyordu. Yani ne kadar kurbansan o kadar çok destek görüyordun. Çok net hatırlıyorum bir kadın otobüste,  erkeğin alan ihlali yaptığını iddia edip terslemişti, adam tüm varlığı ile ret etmiş çevresindeki diğer erkekler de ona hak vermişti. Bunun üzerine de otobüsteki kadınların bir çoğu gözlerini devirip çeşitli mimikler yaparak hemcinslerinin davranışını küçük  görmüşlerdi.  Kimse konuşmuyordu ancak tüm cümleler oradaydı sanki.  Tacizi gören kadın bu çaresizlikte bir ara gözlerimin içine bakıp, görmedin mi? demişti. Görmemiştim. O sırada dikkatim orada değildi ve kendimi bunun için baya kötü hissetmiştim. Çünkü kadın yalan söylemiyordu.

Zaman içinde ses çıkarma oranım çoğaldı, çıkan sesle de barıştım çok şükür. Zaten potansiyel erkekleri görür görmez tanımaya ve bir şekilde arkanda kim yürüyor, yanında kim var, başıma bir şey gelir mi temkini ile yaşamaya da alışıyorsun. Toplumdaki kadınların üzerindeki bu ‘av’ olma durumu, doğal olarak bir başkası tarafından korunma ve kollanma arzusu yaratıyor. Bunun sonucunda kadın hayatındaki erkeklere, ‘beni diğer tüm erkeklerden korumak zorundasın’ gibi bir sorumluluk yüklüyor inceden inceye. Sonuç  malum, özgür iradesiyle davranamayan kadınlar ve anama, bacıma, karıma  laf attı, ters baktı, küfretti  diye insan bıçaklayan erkeklerle dolu bir toplum.

Sanırım insan en çok gençken tacize uğruyor, biraz büyüyünce,  yaşam tecrübelerim, gerektiğinde sıvışma becerilerim gerektiğinde ise blöf yapmalarım, e tabi toplumsal olarak da biraz gelişmemiz sayesinde uzun yıllar herhangi bir temas içeren tacize uğramadım. Ta ki 9 yıl öncesine kadar. Bir kış günü akşam 6-7 civarı, Üsküdar’ın işlek caddelerinden birinde yürüyorum. Keyfim yerinde, karşıya geçip sevgilimle buluşacağım, doğal olarak onu düşünüyorum. Bu sırada  birden kıçımın ellendiğini fark ettim. Teması hissettiğim an hiç tereddüt etmeden döndüm ve var gücümle adamın burnunun ortasına yumruğumu indirdim. Burnundan kan boşaldı, elimin altında kırılan kemiği hissettim. İçimde öfke bile yoktu, sanki çok basit bir refleksti. Bu düğmeye basınca, bak bu oluyor gibiydi. Genç bir adamdı sanırım, adama dair neredeyse hiçbir şey hatırlamıyorum, burnundan akan kan canlanıyor gözümde bir de elimin altında kırılan kemiğin verdiği his, o kadar. Can havliyle bana bir yumruk salladı, tam oturtamasa da tutturdu. Bir anda boğuşmaya başlar gibi olduk, kimse yardıma gelmedi, yanımızdan insanlar uzaklaşarak geçmeyi tercih etti. Sanki nehrin ortasındaki kocaman bir kayaydım ve su benim etrafımdan geçtikten sonra tekrar birleşiyordu.  Tek başıma olduğumu hissettim, adamın apış arasına sağlam bir tekme atıp onu yıkıldığı yerde bırakıp hemen uzaklaşmaya başladım. Kalabalığa karıştım. Kalbim herhalde normalinin 10 katı falan hızla çarpıyordu. Her an birisi arkamdan yetişecek ve kafama bir şeyle vuracak gibi hissediyordum. Kavgadan korkan bir insan olarak, ilk kez birisine yumruk atmıştım, ilk kez birinin burnunu kırmıştım, adrenalinden nasıl bayılmadım bilmiyorum. Elim zonkluyordu, bir hafta kadar da sürdü ağrısı.  Yürürken, tüm benliğimle peşimde birisinin olup olmadığını kontrol etmek istiyordum . İzlediğim tüm film sahnelerinde kaçanlar, arkaya baktıkları için yakalanıyorlardı. Kendimi tutarak yürümeye ve normal davranmaya devam ettim.  Beşiktaş motoruna bindim, oturup bir şey yokmuş gibi karanlık denize baktım ve şuna benzer bir şey söyledim kendime. Öznur, yaşadığın tacize, eğer fiziksel bir tepki verecek olursan bilmelisin ki başına her şey gelebilir. Yani dövülebilirsin, bıçaklanabilirsin, öldürülebilirsin bunu göze alıyorsan yap, almıyorsan yapma, çünkü yalnızsın. Sonrasında bu olayı anlattığım birkaç kişiye de yumruk atıp kaçtığımı söyledim sadece, tüm bunları anlatacak kadar iyi hissetmedim kendimi. O gün bugündür bir daha temas içeren bir tacize uğramadım. Kimseye de vurmadım ve kavga gördüğümde aynı korkuyu hissettim herhangi birine de dahil olmak istemedim. Değişen bir şey yoktu.

3 yıl kadar önce Beşiktaş’da, eve gitmek için otobüs bekliyorum. Caddenin karşısında yürüyen bir adam dikkatimi çekti, bir şeyler yapacağını sezdim, bir kadına yaklaştı ve pandik attı. Kadın sıçrayarak döndü, itip adama küfretti, adam da onu itip küfredip, vurmaya başladı. Ama ne vurmak, karşılık versin de, ben de onu bi güzel döveyim diye taciz etmişcesine saldırdı kadına. Tekme tokat. Kadın şoka girdi karşılık vermeye çalışıyor ancak hiç şansı yoktu. Etraflarındaki insanları gördüm, uzaklaşarak yanlarından geçip gidiyorlardı.  Gözümün önüne nehrin ortasındaki o taş geldi.  Sağıma, soluma bile bakmadan caddeye kendimi attım, koşarak karşıya geçtim ve adamla kadının arasına girdim. Kadını adamdan uzaklaştırmak için ittim. Sırtıma bir kaç yumruk yedim. Yine hiç düşünmemiştim, gözüm dönmüştü sanki. Bunu yaparken bana iki kadın daha katıldı sonra taksi durağındaki birkaç kişi ve adamı oradan kovaladık. Bu durumu daha önce Feyyaz’a kadını taciz ettiler ama etraftan insanlar yardım etti diye anlattım. Benim deli cesareti ile kendimi böyle bir duruma atabildiğimi bilmesinin onu endişelendireceğini düşünüp sakladım. Tabi asıl, bu göz dönmesi hali beni endişelendirmişti bu yüzden saklamak istemiştim.

İtalya’da 10. günümüzü doldurmuştuk sanırım. Üstümde tuhaf bir rahatlık, özgürlük, hafiflik hissediyordum. Üzerine biraz bakınca anladım. Türkiye’de sürekli bir alarm halindeydim. Kadın-erkek insanların, yoğun bir şekilde birbirlerine baktıklarını, incelediklerini, kıyasladıklarını, kıskandıklarını, sinir olduklarını, küçük gördüklerini, konuştuklarını,  birbirlerinin vücutları, giysileri, davranışları, ırkı, cinsiyeti, kafalarında canlanan hayatları hakkında çeşitli düşünce ve duygular ortaya çıkardıklarını sürekli olarak birbirlerinin kişisel alanlarını ihlal ettiklerini hem biliyor hem de yoğun bir şekilde deneyimliyordum. Ve bunu hiç taciz olarak algılamamıştım. Aslında ben de aynı şekilde yolda yürürken, bir çok insana bakıyor, inceliyor duygu ve düşünceler yaratıyordum. Türkiye’de 15 gün tatil yapmış İtalyan hemcinsim belime havlu sarmama ısrarla bu yüzden tepki vermiş, ve beni uyandırmaya çalışmıştı. Çünkü burada, hep birlikte birbirimize yaşattığımız şey gerçekten de normal değil. Tacizin nerede başladığına, sınırlarımıza, başkalarının sınırlarına falan oturup bir daha bakmamız gerekiyor belli ki. Duygu, düşünce ve eylemlerimizle yarattığımız taciz halinin, yaşamımızın her yerinde olduğunu görüp değiştiremezsek, bunun fiziksel dünyalarımıza yansıması da hiçbir zaman değişmeyecek diye düşünüyorum.

Konu derin ve uzun. Paylaştığım sadece benim hikayem. Anlatmak, bir yerlerde tutmamak çok iyi geliyor insana. Yazarak bu kadar iyi hissedebileceğim ve başkalarına da kendilerini aynı şekilde iyi hissettire bileceğim hiç aklıma gelmezdi, her seferinde çok şaşırıyorum ve bir ömür boyu şaşırabilirim.





Şaplak


Bir zamanlar aydınlanma kafamda aşağı yukarı şöyle bir şeydi.  Bir şey olacak ve o an’da tüm evreni, yaşamı, neden burada olduğumu, nasıl geldiğimi, amacımı, şimdiye kadar ne yaşadığımı ve bundan sonra ne yaşayacağımı hem kendim hem de evrendeki  her varlık için şaşmaz, bir daha da iyi veya kötü yönde değiştirilemeyecek bir sabitlikle anlayacağım ve bu anlayış beni huşu içinde aydınlanmamış diğer herkesten farklı, ışıklı bir varlık haline getirecek.

Kavramın kendisiyle çelişen her şey var içinde maşallah, dönüp okudukça gülüyorum. Bence doğduğumuz andan itibaren aydınlanıyoruz. İlk aydınlanmamız kıçımıza yediğimiz şaplakla başlıyor ve sürekli devam ediyor. Şimdi birlikte hayal edelim.

Sıvı dolu bir kesenin içindesin. Göbeğine bağlı bir kordonla, içinde oluşup, yaşadığın canlıdan beslenerek, hayatta kalan bir yaşam formusun. Kendini içinde yaşadığın canlı ve bildiğin her şey ile bir ve bütün hissediyorsun. Zaman içinde, sen beslenip büyüdükçe yaşadığın yer giderek daralıyor ve olaylar gelişiyor, bir kaos ile birlikte içinde bulunduğun ortamdan dışarı atılıyorsun ya da bilinmez bir güç tarafından çekilip alınıyorsun. Yeni gerçeklikte, sıvı yok,  kordon yok, çevrendeki sınırlar yok, her şey ama her şey sonsuz farklılıkta. Muhtemelen derin deniz canlısı bir balığı, sudan çıkarıp da elimizde tuttuğumuzda yaşayacağına  benzer duygular içindesin. Hiç bir dış koşulu anlayamıyorsun. Kilitlenip kalmışsın. Gördüğünü, duyduğunu, nefes aldığını, kokladığını, tat aldığını bambaşka bir şekilde burada da yapabildiğini bile daha bilmiyorsun. Bir başka şekil bilmiyorsun zaten. Bildiğin tek gerçeklik bir anda değişmiş. Bir zihnin olduğunun farkına varmamışsın muhtemelen ya da tam burada işlemeye başlıyor sistem. Ciğerlerini hiç kullanmana gerek olmadığı için onların varlığından bir habersin, vücudundaki her şey için geçerli bu. Geçtiğin yeni gerçekliğe aslında hazırsın ancak bunun farkında değilsin. Belki de ilk kez bütünden koparıldığını hissediyorsun bu sırada.  Beyin yaşadığın deneyime dair veriler kaydetmeye başlıyor olabilir. Güzelim sıvı gitmiş yerine hava gelmiş ve onunla  ne yapacağın da meçhul. Bir şok dalgasının içindesin ve muhtemelen deli gibi korkuyorsun. Donup kalıyorsun. O sırada kıçına bir şaplak geliyor, acı ile ağzın açılıyor, hava içine doluyor ve kendi sesini duyuyorsun. Bu senin için tamamen ilk. Sesin olduğu gerçeği ile bütünleşiyorsun. Ve aynı anda nefes alıyorsun.  O andaki kafamızda, kim bilir ne kadar büyülü bir deneyimdir. Bana kalırsa bebekken bu kadar çok ağlamamızın bir nedeni de bu deneyimin şok edici etkisi. İlk kez şişen akciğerlerin sayesinde yaşadığını hissediyorsun. Yeni geçtiğin gerçeklik boyutunda ‘şimdilik’ hayatta kalmayı başardığın ortaya çıktığı için, bir nebze rahatlıyorsun.

Ardından bu yazıyı okuyan kişinin geldiği ana kadar, bu kadar çılgın olmasa da sadece ve sadece bu deneyimin devamını yaşıyorsun. Hala geçtiğin yeni gerçeklik boyutunu ve onun içindeki kendini keşfetmeye çalışıyorsun. Yüz binlerce yıllık insanlık deneyiminin çok küçük ve yanlı bir bilgi bankası ile seninle temas kuran herkes ve her şey tarafından eğitiliyorsun, eğitiyorsun. Buraya dair bildiğin her şey, seninle aynı tuhaf, geçiş  deneyimini yaşamış yada yaşayan diğer herkesin, bireysel deneyiminden geliyor ve senin deneyimlerine  göre kişisel kodlara bürünerek içine kaydoluyor. Ve sen bu kayıtlı veriler ile tanımlayabildiğin sınırları olan yeni bir gerçeklik similasyonu yaratıyorsun. Bu sayede geçmişteki gibi kendini güvende hissediyorsun. Ta ki büyüyüp, içinde bulunduğun alan sana dar gelene kadar. İşte o zaman tüm döngü yeniden başlıyor, olaylar gelişiyor, yarattığın zihinsel gerçeklik boyutundan bir başkasına geçiyorsun, bir şekilde kıçına bir şaplak yiyip aslında parçan olan bir başka muhteşem şeyi fark ediyor ve yaşamsal deneyimini  hem kendin hem de herkes için biraz daha büyütüyorsun.  Bu da sana içinde bir süre rahat edebileceğin bir konfor alanı sağlıyor. Sınırlarını genişletmeyi isteyip istememek  senin elinde. Çünkü onları  yaratan zaten sensin. Bu sayede hep birlikte ve yalnız, maddede ve yeni bir gerçeklik boyutunda, kendimiz diye bildiğimiz şeyi deneyimleyerek keşfediyoruz. Keşfettikçe hem içimizdeki hem dışımızdaki sınırlar açılıyor ve içeriye ışık sızıyor. Bu ışık dediğimiz ise sevgi. Çünkü her seferinde ilk deneyimimizi arıyor ve şuna ikna olmaya çalışıyoruz. Ne yaşarsak yaşayalım bunun üstesinden geleceğimiz bilgiye, yeteneğe hiç bilmediğimiz bir şekilde zaten sahibiz.

Her şeyi abartmamız, ve onun her seferinde  tek gerçekliğimizmiş gibi yaşamamız, diğer herkesi ve her şeyi kendimizden ayrı ve gayrı düşünmemiz, sürekli bir ‘şimdilik yaşıyoruz’ ancak yarın ne olacak belli olmaz modunda korku ile takılmamız, iyi bir şeylerin, büyümenin eninde sonunda bir kaosa kötülüğe sebep olacağına dair inançlarımız. Yaşadığımız her durumda kendimizi cezalandırılıyor, istenmiyor ve sevilmiyor hissetmemiz. Sürekli yaratıp- yıktığımız sınırlarımız nedeniyle  yaşamın, zamanın, ve her şeyin bir başı ve sonu olduğunu düşünmemiz.  Kim olduğumuzu, ne yaptığımızı, ne yapacağımızı bilmiyor oluşumuz ve bu belirsizliğin sonlanma ihtimalinin de en az belirsizliğin kendisi kadar bizi korkutması.


Yaşam  gerçekten tuhaf bir gerçeklik boyutu. Keşif ve heyecan dolu. Ve genelde de bir dehşet duygusuyla yaşamayı tercih ediyoruz bu heyecanı. Ya nefes alamazsak, ya bilemezsek, ya sevilmezsek, ya istenmezsek, ya mutlu olmazsak, ya hata yaparsak, ya fark etmezsek, ya zarar görürsek, ya ıskalarsak, ya yanılırsak, ya aptal konumuna düşersek, ya geç kalırsak… Bu çılgın serüvende kendime en sık söylediğim cümle şunun gibi bir şey: Sen, herkes gibi, zaten deneyimlemek istediğin bir gerçekliğe, donanımlı bir şekilde gelmiş ve belki de evrenin en cesur kaşiflerinden birisin. Henüz, keşfettiklerinle onun büyüklüğünün ve bütünlüğünün yanında, devede kulak seviyesine bile gelmediğini bil. Seni, zaman zaman dehşete düşürse de büyümeye ve değişmeye devam et. Bazen kendini nefessiz, kımıltısız, donup kalmış korku içinde bulsan da, eninde sonunda, kıçına bir şaplak yiyeceğine güven.










Güç oldu hep mevzum. Çocukken güçlü olmam gerekiyordu, büyüdüğümde de şartlar değişmedi. Onlarca hayat gibi dolu dolu ömrüm, çok şükür. Önceleri güçlü olmak hoşuma gidiyordu. Her şeyle barışık gibi görünmek beni insanların gözünde büyütüyordu. Egomun bu büyüklüğe ihtiyacı vardı. Kendimi yeterince sevmiyordum. Sevgi sandığım şey kendimi başkalarının gözünden tanımlamaktı.

Yıllarım bu şekilde geçti. Güçsüz hissettiğim her an, daha da güçlü görünmeye çalıştım ve sonunda kalbimle bağlantımı iyiden iyiye kaybettim. Sadece zihnim vardı. O planlar yapıyor, çuvallıyor, kızıyor, suçluyor ve aynı döngüleri tekrar tekrar yaşıyor ve yaşatıyordu. Yaşamımın ışığını solmuş hissettiğim zamanlardı bunlar. Duygularımı o kadar çok baskılamıştım ki bir şeyler hissedebilmek için uçlara gitmem gerekiyordu, bu yüzden de tuhaf riskler alıyordum. İşe yaramadığının farkındaydım ve her seferinde onları biraz daha az hissediyordum. Bir yandan da vücudum ciddi alarmlar vermeye başlamıştı. Bir dolu hastalığım vardı ve giderek de çoğalıyorlardı.

Ve günlerden bir gün panik krizi geçirdim. Yine güçlü kalma oyunu oynamaya devam ettim. Bir yandan kriz geçirirken bir yandan da “bu panik atak olsa gerek, yaşadığım her şey illüzyon,  ben güçlü biriyim, birazdan geçecek” diye takılıyordum. İçimdeki cılız ses ‘yine ıskalıyorsun, duygunu gör’ diyordu ama nafile, dinlemedim. Sıkıntı geldikçe, güçlüyüm deyip duygularımı dinlemeyi red ettim. Üstüne bir de bunu başarı bilip herkesle paylaştım. Sıkıntım, mutsuzluğum, hastalıklarım artarak bir süre daha devam etti.

O sabah da diğer sabahlardan farksız başladı. İşe gitmek için 8 otobüsüne binip sağ taraftaki cam kenarı tekli koltuklardan birine oturdum. Kafam cama dayalı, her gün baktığım şehir manzarasına dalmıştım. Yol kenarındaki refüjler arkalarındaki yeşil doku ile birlikte gözlerimin önünden hızla kayıp giderken, hislerimde bu ritme ayak uydurur gibi benden uzaklaşmaya başladı. Hiçliğin içinde yuvarlandığımı fark ettiğimde artık ne üzüntü, ne keder, ne de mutluluk kalmıştı geriye. Her şey çok hızlı olmuştu. Zihnim çalışıyor ancak duygularımı hissedemiyordum. O an “peki ya vücudum, o benimle mi hala” diye düşündüm. Bedenime komut veremeyecek kadar güçsüz olduğumu da yine o anlarda fark ettim. Felcin böyle bir şey olup olmadığı geçti aklımdan, hissetmediğim için korkamadım.

Gözlerimi kapadım, açtığımda ofiste bilgisayarımın başında çalışıyordum. Bir elim mouse’da, bir elim klavyedeydi. Bir süre kendimi izledim. Sanki vücudum benden ayrı hareket ediyordu ve ben içine “şimdi” gelmiş gibiydim. Bu his kısa sürede  bütünleşme haline dönüştü. Sanki tekrar bedenimle bağ kurmuştum. Korku inanılmaz bir hızla tüm hücrelerimi sardı. İşe nasıl geldiğimi, ne yaşadığımı anlayamıyordum ve bu beni dehşete düşürmüştü. Sadece korku değil, yoğun bir şekilde çaresizlik de hissediyordum ve belki de korkunun kaynağı o çaresizlik hissiydi. Saatime baktım, 13:30 olmuştu. Geçen beş buçuk saat boyunca ne yaşadığıma dair hiçbir fikrimin olmayışı içimdeki duygu bombardımanını iyice arttırdı. Gözlerime hızla yaşlar doldu. “Bu sefer delirdin, başardın işte, beğendin mi yaptığını salak, şimdi ne yapacağız, lanet olsun” benzeri bir sürü cümle peşi peşine yankılanıyordu kafamın içinde. Arkamı döndüm ve aynı odada çalıştığım insanlara baktım, hatırlamaya çalıştım, bilgisayara döndüm, yaptığım işe baktım. Çaresizce odanın içinde dolanıp bir şeyler hatırlamaya çalıştım. Ancak arada geçen sürece dair bana yardımcı olabilecek hiçbir iz yoktu. O an aklıma birilerinin yardımını istemek geldi. Arkadaşlarıma “ben ofise ne zaman geldim” diye sordum. Kafalarını “sen ne saçmalıyorsun” edası ile bilgisayarlarından kaldırsalar da, benim dehşete düşmüş halimle karşılaşınca, bir sorun olduğunu hemen anladılar. Yaşadıklarımı anlattım. Ağladığımı hatırlıyorum.

Telefonla konuşabilecek gibi hissettiğimde, can dostum Çağlayı arayıp, bana iyi bir doktordan randevu almasını istedim. Ertesi gün doktora gittim. Teşhis basitti, black out olmuştum. Güçlü olacağım diye duygularımı o kadar çok bastırmıştım ki onlarla birlikte her şey kapanmıştı. Bir şekilde vücudun, duyguları geri getirme şekliydi bu. Sistem ReStart vermişti. Yaşamım da bu krizle yeniden başladı. Hiç de güçlü değildim artık. Bu ortaya çıkmıştı. Az da olsa mutluluğa benzer bir şey hissettim.

Tüm bu yaşadıklarımdan sonra uzun bir yol yürüdüm ve bu yolda Reiki ile tanıştım. Ona başka dostlar ekledim, kendimi keşfetmeye gönüllü oldum. Taşıdıklarımı bıraktıkça, duygularımı kabullendikçe, kalbimle bağlantım arttı. Ve kalbim ne zaman sıkışsam, hep aynı cümleyi fısıldadı şefkatle “Güçlü olmasan da olur”.

Sevgili Gamze Özer,  inisiyasyon deneyimimiz üzerine yukarıdaki resmi çizip paylaştı. Ben de bu sayede kendi serüvenimdeki güç kavgamı yazıya dökebildim. Böylelikle şifa tamamlandı, herkes için görünür oldu. Çok şükür.

Şifacılar yaralı olurlar, çünkü kendi yaralarını iyileştirerek, başkalarına nasıl ışık olacaklarını öğrenirler. Ayrılık yok. ‘Ben iyileşirsem sen iyileşirsin, sen iyileşirsen ben iyileşirim, biz iyileşirsek her şey iyileşir.’










Lütfiye babaannemin ismi. Yıllarca, ikinci, uzun, gereksiz, eski isim olarak kaldı hayatımda. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bolca dalga geçilen, sınavlarda ve resmi dairelerde sorun olan sıkıcı bir unsur oldu sadece. Ta ki 30’lu yaşlara doğru, zifir gibi bir karanlığın içinde, kendimi yolsuz, kimsesiz ve sevgisiz hissettiğim uzun bir dönemin sonlarında babaannem rüyama girene kadar.
Bir çöplükte yürüyordum, etrafım aralarında ancak yürümeye bir patika oluşturacak şekilde sıralanmış, metrelerce yükseklikte, irili ufaklı çöp tepeleriyle doluydu. Ne çevreyi ne de gökyüzünü görüyordum, alaca bir karanlık vardı ve her yer nemliydi. Yorgun, üşümüş  ve kaybolmuş hissediyordum. Ne kadar zamandır burada olduğuma dair bir fikrim yoktu. Uzun mu kısa mı bilmiyorum bir süre sonra yürüdüğüm yolun ilerisinde bir siluet olduğunu fark ettim, ona doğru güçsüz adımlarla yaklaşmaya başladım ve siluet giderek babaanneme dönüştü.
Oh be! dedim babaannem bana yardım eder, aslandır o! İçim inanılmaz bir neşeyle dolmuştu. Babaannem gerçekten de çok güçlü ve marifetli bir kadındı. Öldüğünde ben ortaokula gidiyordum, yazları görüşmelerimizin dışında birlikte çok da vakit geçiremedik. Ben onun tek kız torunuydum, kendi elleriyle örüp diktiği, hırkaları, kazakları, cicili bicili elbiseleri koli yapar yollardı uzaklardaki adresi sürekli değişen evimize. Bana  özel bir şekilde sevildiğimi hep hissettirmişti.  Hemen yanına koştum ve çıkış yolunu gösterir misin diye haykırdım büyük bir umutla. O dermansız bacaklarımla nasıl bu kadar atak olduğuma şaşırmıştım. Bana bakıp gülümsedi ve yürümeye başladı, gülümsemeyle birlikte birden ısınmıştım, içimden yolu biliyor, beni çıkaracak buradan diye tatlı tatlı seviniyordum. 

Bir süre sonra çöp tepelerinden görece en büyüğünün üstüne tırmanmaya başladık. Biz yukarılara tırmandıkça sarı sıcak bir ışığın bu yığını yavaş yavaş aydınlatmaya başladığını fark ettim.  Güneşi görecektim!  Ne kadar zamandır onu görmediğimi düşündüm fakat hatırlayamadım, son kalan enerjimle adımlarımı büyük büyük atarak, aralarda kayıp tökezleyerek tepeye tırmanmaya azimle devam ediyordum. Babaannem nasıl oluyorsa benden çok daha çevikti, hiç zorlanmadan birkaç adım önümden rahat rahat yürüyordu. Bir yandan adımlarımı hızlı hızlı atarken bir yandan da tepeye ulaştığımda ne göreceğimi hayal etmeye çalışıyordum. Tırmanışın bitmesine birkaç adım kala enerjim neredeyse tamamen bitti, durur gibi oldum ve eğimden dolayı dengem kayboldu. Yavaş yavaş arkaya doğru kaymaya başladım, içimden, eyvah! tekrar tırmanacak gücüm yok!! diye feryat ederken, babaannem elini uzattı beni tuttu ve tepe noktasına çekti.  Sonunda kurtarılmıştım! Tepeye çıkar çıkmaz dedemle karşılaştım. Dedemle babaannemi gerçek hayatta hiç ayrı ayrı görmemiş olabilirim çok kısa süre aralarla öldüler. İkisinin de ne ölüsünü görebildim ne de cenazesine gittim benim için hala bir yerlerde birlikte olmaları fikri son derece doğaldı. Birkaç mini saniye buraya tırmanabilmiş olmasına şaşırsam da bir şekilde babaannem üstün kondisyonu ile onu da çıkarmıştır diyerek durumu normal karşıladım.

Manzaraya baktım. İlk gözüme çarpan ufuktaki dağların ardından doğan sıcak sabah güneşiydi. Dağlar mor bir renkle kaplanmış aralarındaki bir vadiden henüz doğmaya başlayan sarı turuncu ışık topu çılgın bir renk cümbüşü yaratmıştı. Gördüğüm gün doğumu en güzel cennet tasviri tablolarında bile yoktu, her şey o kadar canlıydı ki güneşin ışınları gözlerimi kamaştırıyordu. Gözlerimi kısarak bir süre sadece ufka ve ışığa baktım kendimi kelimenin tam anlamıyla muzaffer hissediyordum. Sonra dikkatimi etrafı görebilmek için biraz daha aşağıya doğru kaydırdım. Gördüğüm şey gerçek olamazdı! Bu bir rüya ise kesinlikle şu anda uyanmalıydım. Gözün görebileceği her yer,  irili ufaklı çöp tepelerinden ve aralarındaki koridorlardan oluşuyordu. Güneşin arkasından doğduğunu sandığım o mor cennet dağları bile çöp yığınından başka bir şey değildi. Gidilecek, kaçılacak hiç bir yer yoktu. Aynı anda hem çok büyük bir dehşet hem de rahatlama hissettim. Kendimle ilk kez karşılaşıyordum ve kabul etmek istemiyordum diğer yandan ise sonunda gerçekle temas etmenin verdiği rahatlama ufuktan doğan güneş gibi eşsiz bir güzellik yaşatıyordu. Bu çatışma duygusu ile çok kısa bir süre kaldım, zihnim kolayca pes etti. Kabullendim. Babaannemle dedemin yanına doğru yürüdüm biraz arkalarına oturdum ve huşu içinde onlarla birlikte gün doğumunu izlemeye devam ettim.
Birden gözlerimi açtım, nefessiz kalmış gibiydim, yatakta dikelip oturdum, zihnime üşüşen binlerce ses bir anda tüm dünyamı kapladı. Herkes hep bir ağızdan konuşuyordu. İçeride kopan kavgaya rağmen derinlerde bir şey geri döndürülemeyecek şekilde değişmişti bunu net bir şekilde hissediyor tuhaf bir rahatlık duyumsuyordum. Çok da uzun olmayan bir süre gördüklerimi, hayatımı ve onların simgelerini düşündüm. Her şey içimde şaşmaz bir şekilde oturuyordu. Karışık duygular içinde ama en çok da teslimiyetle yatağa yeniden uzandım, yan dönüp yanımdaki yastığa sarıldım ve kendi kendime o çöpleri dönüştürmenin bir yolunu bulmalıyım diyip çok uzun süredir hissetmediğim bir huzur içinde uyudum. 

Bir süre sonra Reiki ile tanıştım. Her şeyin enerji olduğunu, çöp yığınlarından nasıl bahçeler yaratabileceğimi, kendimi anladıkça evreni anladığımı ve ayrılık olmadığını yine kendimce keşfettim. Bu süreç başlarda hiç kolay olmadı bazen çok sıkıldım, öfkelendim, bolca da küsüp vazgeçtim. Konfor alanından çıkmak her zaman zordur o alan sizi nefessiz bıraksa bile. Çok şükür hep desteklendim geri dönmek, ayağa kalkmak ve yürümeye devam etmek için. Yardım bazen bir dosttan bazen de bir yabancıdan geldi. Bazen ise doğa ana tüm kalbiyle dokundu bana. Zamanla acı ve korku dağıldı ve her şey neşeli bir oyuna dönüşmeye başladı.

Şimdi tüm bu eğitimlerle yapmaya çalıştığım yürüdüğüm yolun,  yürüdüğüm kadar kısmını diğer insanlara göstermek.  Böylelikle onların yollarına da ışık tutmak çünkü ayrılık yok. Hepimiz farklı yollardan aynı yere doğru yürüyoruz. Bir yol, bir diğerinden daha az veya çok değerli değil. Bazen de, yoldaki çukuru size gösteren ve nasıl geçeceğinizi söyleyen birisinin olması, her şeyi kolaylaştırıyor, biliyorum. Sonuçta o çukuru kimse sizin için geçemez, kimse bir başkası tarafından kurtarılamaz, kurtuluş kişinin kendini tüm çıplaklığı ile görüp kabul etmesi ve onunla barışabilmesidir. 

Şimdi içime baktığımda bir bahçe görüyorum ve orada neşe, keyif ve coşku ile oyunlar oynadığımı.  Çöpler bitti mi derseniz hayır tabi ki sonuçta yaşıyorum ve yaşıyorsak daha işimiz var demektir. Ama artık etrafımda tepeler yok ;) , yaşamı iliklerimde hissediyorum, içimdeki ışığı görebiliyorum ve kendimi yolsuz, değersiz, en önemlisi sevgisiz hissetmiyorum. Gerçekten bir işe yaradığımı, ve adım adım kendimi gerçekleştirdiğimi, bütün hücrelerimde, hiç bitmeyen çılgın bir parti ile kutlanıyormuş gibi yaşıyorum çok şükür.

Eğitimlere başladığımdan bu yana en sık gelen soru sanırım, ‘Reiki’nin ne olduğunu başkalarına nasıl anlatabiliriz’ dir. Hep aynı yanıtı verdim, ‘Sizin için Reiki ne ise, ne deneyimliyorsanız,  onu anlatın en doğrusu budur’ Bugün ben de verdiğim bu öğüdü kendi adıma tutmak istedim.

Ben Lütfiye Öznur Açıkalın, ismimin de cismimin de suretimin de tamamını pek çok seviyorum ve tabi ki seni de Babaanne!



#reiki #reikinedir #reikieğitimleri #reikimasteroznuracikalin #ışıkçemberi #babaanne





Bazen olur, bir durum ya da ihtimal düşündürür. İçime dönerim. Dün de böyle bir anda doğa ana ile buluştum, meditasyonumu bitirip gözlerimi açtığımda ise pencereden kafasını uzatmış bana bakarken gördüm bu güzelliği.  sevildiğini bilmek ne güzel şey!





BİLİNMEYENE DALMAK

Bu gölü ilk gördüğümde ‘asla girmem!’ demiştim. Hatta bu iç cümlemin üzerine, bir kadın göle atlayınca ‘yok artık!’ diye de sesli bir şekilde isyan etmiştim. Güven insanlık olarak baş meselelerimizden. Bu süreçte insan, en çok kendini bilinmeyene açmak da zorlanıyor. Hep aynı sorunların, aynı şekilde yaşanmasının bir sebebi de, kendini yeni bir deneyime açmak için değiştirmiyor olman. Bilinenin görece güvenli ve sınırları belli sularında yüzmeyi tercih etmen. İnsanlık olarak baya inatçıyız bu konuda 

İçi gözükmeyen, yabancı bir ülkede, orman ortasında, hiç bilgimin olmadığı bir suya girmek, bana hem tehlikeli hem de aptalca gelmişti. Bir başkasının bu sırada girmesi ise beni rahatlatacağına dehşete düşürmüştü çünkü düşüncelerimi sorgulamama neden olacaktı. Baya iyi tanıyorum kendimi, öyle kolay da kandıramam. O atlayış tüm zihinsel konforumu bozmuştu.

Akşamüstü bu sefer Feyyaz'la yine gölün kenarına gittik. Bu sefer genç bir çift vardı, önce sohbet ettiler ardından erkek olan göle girdi. Her şey o kadar doğal ve yumuşaktı ki... Tabi ki Feyyaz’ın öncü macera perestliği sayesinde kendimi kısa sürede ben de gölde buldum. Aman allahım o ne güzellik! Hala suyun yumuşaklığı tenimdedir, içine dalıp, koyu yeşil uzaya gözlerimi açarak yüzmek, orada oldugumuz sürece en sevdiklerimden olmuştu. Her fırsatda göle attık kendimizi ve geceleri üzerinde ayın dansını izledik. Sık sık da kahkahalarla güldük ‘asla girmem’ ‘asla çıkmam’a dönüşmüştü.

Kendini bilinmeyene bırakmak, deneyime açık olmak tüm yaşamımızı değiştirecek eylem. En azından bugün beni ben yapan her şey, bu bilinmeyen meselesine balıklama dalmak sayesinde ortaya çıktı diyebilirim.
Korkmayın çıkın konfor alanınızdan, hiç bir şey olmadı böyle güzel fotoğraflarınız olur.






TEFERRUAT

2016’daki 2. Motorla İtalya Seferi’mizden bir kare daha. İtalyanlar biliyorsunuz, yüksekleri seviyorlar. Nerede bir tepe, dağ var oraya hemen bir kasaba kurmuşlar. Tabi güvenlik falan filan diyorlar da, bence hem ağızlarının tadını biliyorlar hem de yapabildikleri için yapmışlar. Çünkü baya zor iş, böyle şehirler yaratmak. 

İtalyanın iç kısımlarında, sıra sıra dağlar ve ormanlık bir alandan geçerken bir dağın üstündeki kasabaya çıkmıştık. Baksam notlara ismini de yazardım da üşendim şimdi. Tabi kasabaya çıkınca motoru bırakmak gerekiyor çünkü bu kasabalar küçük labirentler, merdivenler ve dehlizlerlerden oluşuyor. Biz de park yerinden tabana kuvvet tırmanmaya başladık. Küçücük bir meydana gelince ilk karşılaştığımız insanlar işte bu üçlü oldu. 

Onunla bir iki flörtöz bakışma ve işaretleşmeden sonra hemen yan yana oturduk başladık konuşmaya, o anlatıyor İtalyanca, ben yanıt veriyorum Türkçe, nasıl akıyor muhabbet! Anlattıkça gözümün önündeki kareler, hayat bulup canlanıyor. Eski toprak tabi hikaye çok, baya sohbet ediyoruz. Feyyaz bizi izliyor şaşkınlıkla bir yandan da bir kaç tane fotoğraf çekiyor iyi ki. Hayatta ilk görüşte kaynaştığım, ellerini bırakamadığım, halen sıcaklığını yüreğimde hissettiğim yegane insanlardan biridir kendisi. İsmini bilmiyorum, sormak aklıma bıle gelmedi. Hem insan dostuna ismini sorar mı hiç. Ruhlar tanıyorsa birbirini gerisi gerçekten de teferruat.!







ÖLMEZ AĞACI

Hicri takvimin başlangıcı kabul edilen 622’den 4 yıl önceydi. O sıralarda tüm Anadolu’da Doğu Roma İmparatorluğu hüküm sürmekteydi ve imparator Heraclius’du. Kristof Kolomb’un Amerika'yı yanlışlıkla keşfetmesine daha 874 yıl vardı. Matbaanın icadından 25 yıl önce kağıdın icadından ise 513 yıl sonraydı. İlk modern üniversite 470 yıl sonra İtalya Bologna’da kurulacaktı. Cengiz Han’ın Asyayı fethetmesine 588 yıl, Osmanlı'nın İstanbul'u başkent yapmasına ise daha 835 yıl vardı. Saat tam olarak kaçtı bilmiyorum çünkü ilk çarklı saatin icadı için 614 yıl daha geçmesi gerekiyordu. Socrates’in baldıran zehrini kendi eliyle içmesinin üzerinden 1071 yıl geçmiş, Rönesans’ın başlamasına ise neredeyse 7 yüzyıl vardı. 

Kısaca bu zeytin ağacı 618 yılında doğdu. 1400 yaşında. Ona çok saygı duyuyorum.






EV YOLU VE BADEM

Bir süredir masallar üzerine düşünüyorum. Neden önemlidir? Bu kültür unutulup giderse ne olur? Yeni masallar nasıl yaratılır? Masal ne işimize yarar?...
Biz Ortaköy'de doğanın ortasında diye tarif edebileceğim bir yerde oturuyoruz. Oturduğumuz site eski ve büyük bir alanda kurulu, bahçesi de çok yıllık ağaçlar, çalılar, çiçeklerle dolu... eve giderken bir kaç tane farklı yoldan yürüyebiliyor ve sitedeki tüm bitkileri selamlayabiliyorum. Her parçası kendine has özellikte ve kesinlikle belli bir düzen gözetilerek kurulmuş bir bahçe değil burası. Bahar ayları ilk geldiğinde yıldız çalıları ve sarı patlangaçların açışını izlemek için sitenin doğu tarafına giderim mesela, yazları ise hiç güneş almayan çünkü bir apartman bloğu ile duvarın arasında kalmış dar, uzun koridorda dikili olan devasal ve rengarenk açmış ortancaların arasında yürümeyi severim. Ocak sonrası fışkıran radikalar,  turp otları, şimdilerde öbek öbek açan papatyalar, mor süsen çiçekleri, şebboylar, mis kokulu defne ağaçları, papaz eriği, kiraz, vişne, tatlı ve acı badem, kompostoluk erik, ulu çınarlar, fıstık çamı pek yakında açacak olan erguvanlar yaz başı toplayacağımız dut ve şu anda ismini saymadığım niceleri... Benim de her biriyle bir aşk ilişkim vardır. Yanlarından geçip giderken selamlaşırız, bolca konuşurum, üzerlerine düşünürüm, bazen içlerinden birinin bir ihtiyacını hisseder yaparım, bazen budarım, bazen yanlarına yeni arkadaşlar dikerim... Varlıkları beni ve benim gibi doğanın bir parçası olduğunu hisseden herkesi mutlu eder. Ancak bu şekilde hissetmeyenler de var.
Bu güzel bahçenin benim için en özel yerlerinden biri tam da bizim bloğa doğru inen taş basamaklardır. Bu basamaklar sağlı-sollu ağaç ve çalıların yaşadığı bir alanın tam ortasından iner. Ne geniştirler ne de çok uzun, tam da olması gerektiği gibidirler. Belki de ilk site yapıldığında kondurulmuş, üzerine de bir daha tamir falan görmemiş olabilirler. Merdivenlerden inerken sağlı-sollu sizi çevreleyen ağaçlar ve çalılar yolunuza doğru zarifçe uzanıp mevsimine göre size çiçeklerini veya meyvelerini sunar. Böyle güzel bir bitki koridorundan geçerek eve ulaşmak çok keyiflidir. Ben en çok bahar ayında büyülü bir zamanında yürümeyi severim burayı. Çünkü tam da merdivenlerin yanına yakın bir yerde çok güzel bir badem ağacı vardır. Bu badem ağacı baharda bir anda gelin gibi donatır kendini dallarını göremezsiniz çiçeklerinden. Mis gibi kokusu burnunuza gelir çünkü öyle çok yüksek de değildir. Arılar çiçeklerinin içinde debelenerek kendilerini polene bularlar... Zamanı geldiğinde ise 1 hafta gibi kısa bir sürede, bahar rüzgarlarının da etkisiyle çiçeklerinin yaprakları uçuşmaya başlar. İşte o görüntü insana iyi ki yaşıyorum dedirtecek andır... Yorgun bir şekilde işten eve dönerken merdivenlere geldiğinizde ancak bir masalda ya da masalsı bir film karesinde göreceğiniz o ana şahit olursunuz. Önünüzdeki tüm taş basamaklar badem çiçeklerinin uçuk pembe yapraklarıyla kaplanmıştır, hala ağaçta var olan çiçeklerden koparak uzaklaşan küçük yapraklar ise hafif bir meltemle uçuşmakta diğer her şeyle ahenkle salınmaktadır. Bu küçük koridor işte o zaman beni alıp bir masalın baş kahramanı yapar... İçim sevinçle ve sevgiyle dolar, kendimi çok özel hissederim... bu dönemlerde her gün bir kaç kez buradan geçerim, tekrar tekrar, oyalanarak, masalımı yaşayarak... Bana ölümsüzlüğümü hatırlatan bademe ve tüm doğaya sevgilerimi sunarak...
Bu kış o badem ağacını ansızın kestiler. Akşamına haberimiz oldu. Kesme sebepleri ise insanlar yoldan geçerken dallarına kafalarını çarpıyorlarmış, şikayet etmişler. Ne yazık ki şikayet eden kişiye, bir farkındalık geliştirmek ve anda olmadığını anlamak yerine bir canlıyı yok etmek daha doğru gelmiş. Ne onun için savaşabildim ne de vedalaşabildim, artık her gün kesik kökünün yanından geçiyorum... Bu satırları yazarken gözlerimden yaşlar akıyor ve kalbim kırık. Kışın haberi aldığımda üzerine konuşamamış her şeyi kalın bir toprakla örtmek istemiştim içimde. Şimdi bahar gelip de diğer bademler çiçeklerini rüzgarla savurmaya başlayınca, kalbimdeki acı da ortaya çıktı.
Dedim ya bir süredir masalları düşünüyorum. Eğer masalları yeniden sevip hayatımıza katabilirsek belki de bir canlıyı öldürmeden önce daha çok düşünebiliriz. Belki çok daha iyisi onun güzelliğini görüp bunu kutlayabiliriz. 

Hiç fotoğrafını çekmemiştim bademin, o büyülü anlarımın içinde bir kez bile aklıma gelmemişti. Şimdi o merdivenleri onsuz fotoğrafladım. Hoş çekseydim de ne kadarı yansırdı kocaman bir masalın, küçücük bir kareye?






DOLUNAY

Sisi ve Gandalf (kedilerimiz) sabah saatlerinde yemek için gürültü yapıyorlar bugün de küçük topla yatak odasında koşturarak uyandırdılar beni. Ezberlenmiş hareketlerle yemeklerini verdim ve şöyle yarı açık gözlerle salona bir bakış attım. Orada öylece duruyordu. Rüya olamayacak kadar canlı, gerçek olamayacak kadar masalsıydı.






Yaşam Dönüşümdür 







SİSİ VE YILIN SON KELEBEĞİ

Bu fotoğrafı çekeli bir iki yıl oldu ancak hala güzelliğini koruyor bence






YASEMİNLE SOHBET


Şimdi size yaseminle bir anımızı anlatacağım. Aşağıdaki fotoğrafların ilkinde göreceğiniz gibi demir parmaklıkları olan bir pencerede duruyor bizim arap kızı yasemin. Çiçeklerini de doğal olarak hep dışarı doğru açıyor ne de olsa ışık oradan geliyor. Bense ulaşamadığım için bu çiçekleri gönlümce bir türlü koklayamadığımdan mutsuzdum. 
Günlerden bir gün bizim kızla sohbet ederken bu şikayetimi ona da söyledim. Ne mi oldu? Bir dalını apartman kapısına doğru uzatmaya başladı ve tam doğum günü haftamda goncalandı. Hem çok mutluydum her gün geçtiğim yola tam da ulaşabileceğim kadar uzandığı icin hem de buruktum çünkü Kasım’ın ilk haftası şehir dışında olacaktım ve bu mevsimde acması zaten beklenmeyen narin çiçeklerin ben onları koklayamadan uçup gitme ihtimali yüksekti. 
Tabi ki evren ‘o işler öyle olmuyor yalnıız bebişim’ dedi ve bir şekilde tam da doğum günümde 12 saatliğine şehire geri dönmemiz gerekti ve kapıda kocaman bir demet çiçeğiyle beni karşıladı yasemin. Doyasıya kokladım hem de 1 ay boyunca sabah-akşam, rüzgar da süprize ortak olmuştu uçurmadı çiçekleri ❤️ hayatım boyunca aldığım en güzel hediyelerden biriydi. 
Kısadan hisse: Konuşun! Dağlar, taşlar, bitkiler, hayvanlar her şey ama her şey kulak kesilmiş sizi dinliyor. Biz bu dünyanın bir parçasıyız. Bunu anlamaya başladıkça hem kendimizle hem de onunla olan savaşımız bitecek. İşte bunlar hep sevgi! ❤️



















Günbatımında bu lambanın talibi çoktur. Önce bir martı konar, bir diğeri ise onu kaçırmak için daireler çizip yaklaşarak bir kaç deneme yapar. Bazen kaçar ilk konan, bazen de umursamaz ancak her gün bir martı güneşin batışını izler buradan. Ben de onu izlerim...

Yorumlar